"Piyanoda onunla beraber söylediğimiz şarkımızı bitirdikten sonra, hazırlandık okuldan çıkmak için. Onunla nereye gideceğimiz hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ama Sezin, kararlı ve kendinden emin gözüküyordu. Okuldan çıktığımızda, -fazlasıyla- hızlı adımlarla ilerliyordu Sezin. Ona yetişebilmek için zorluyordum kendimi ancak nafileydi. O sırada kolumdan tuttu ve çekiştirmeye başladı. Heyecanlı görünüyordu ve beni iyice merak ettiriyordu. Sonunda gelmemiz gereken yere vardığımızda, bir müzik mağazasının önündeydik. Bu kadar heyecanlı olmasının sebebini çözememiştim. Yakında doğum günüm vardı ve keman öğrenmek istiyordum ama;
"Yok artık. Bunu da bilemez ya." diye içimden geçirdim. O sırada Sezin heyecanlı bir ses tonuyla; "Hadi gelsene, otobüs mü bekliyorsun?" diye sordu. "Geldim geldim patlama." dedim gülerek. İçeriye girdiğimizde ise, ben çoktan büyülenmiştim bile. Huzuru bulduğum yerde, aşık olduğum, dalgalı saçlarını okşamaya kıyamadığım, Sezin'im ile beraberdim. Dükkan fazla büyük değildi. Sol tarafında, bas gitarlar duruyordu. Sağ tarafında ise "Viola" ve "Violin"ler duruyordu.
"Violin"lerin fiyatlarına baktığımda 1000₺ -şu anki ekonomik krizde zor- bandında olduğunu gördüm. Gerçekten pahalıydı ama çok fazla istiyordum öğrenmeyi ve çalmayı. Sezin'e gösterdim "Yamaha" marka bir "Violin"i. "Biliyor musun Sezin, ileride çok büyük bir aranjör olmak istiyorum. Kendimi geliştirerek, en iyi yerlere gelmek. Belki bu gördüğün violin, veya başka bir enstrüman ile birlikte ben bu hayalimi gerçekleştireceğim. İnanıyorum, inanmak istiyorum." dedim kendime güvenen bir sesle. Çok beğenmiştim gerçekten o vitrinde duran kemanı."O zaman, 11 Eylül" dedi göz kırparak.
Beni bu kız, her şekilde şaşırtmayı nasıl başarabiliyordu? "Bir insan, yeni tanıdığı birine böyle bir hediye almaya kalkışır mıydı gerçekten?" ya da "Bir insan, o kadar parayı benim için gözden çıkartır mıydı?" diye içimden geçiriyordum. Belki de sırf mutlu olmamı istiyordu, bilemiyorum...
Aslında Sezin'in kişiliği buna müsaitti. İnsana değer verir ve bunu çok güzel bir şekilde hissettirirdi. Bana çok fazla umut veriyordu ama bunları arkadaşça yapmadığını düşünmek için uğraşıyordum. Beni sevmesini, onunla yeni umutlara yelken açmayı istiyordum. Tıpkı rüzgarı arkasına almış bir yelkenli gibi...
(1 HAFTA SONRA)
Doğum günüm gelmişti ve çatmıştı bile. Ablamla beraber pasta kesecektik. Sezin'i de davet ettim tabii ki de ama içimi yiyen, bitiren bir şey vardı. Sezin'in, o kemanı satın alacak olmasıydı tabii ki. Sezin biraz inatçı bir karakter, tanışmamızdan bir hafta geçmesine rağmen sanki 1 senedir tanışıyor gibiydik onunla. Yaşadığımız her anı, her gün benim için özel olmaya yetiyordu. Bir şey aklımdan geçiyorsa, inatçılığı tutuyor ve gerçekleşene kadar uğraşmakta ısrar ediyordu. Mesela geçen gün, canım dondurma çekmişti ancak etrafta dondurmacı yoktu. Sırf canım dondurma çekti diye bir saat boyunca dondurmacı aradık. Pes etmiyordu ve aşırı hoşuma gidiyor aslında böyle olması ne yalan söyleyeyim. Benim için de kendisini feda edebiliyordu.
Bizim hayatımız hep böyle geçiyordu. Benim kahramanım -beyaz atlı prensesim- gibiydi. Benim için kaç kere kendisini bir arabanın önüne attığının sayısını ben bile hatırlamıyorum. Aşırı sakar ve dalgın birisi olduğumdan, o olmasa sanırım bir gün kesinlikle ezilecektim. Doğum günüm hafta sonuna gelmişti. Bunun rahatlığından dolayı, yatağımda uzanıyor ve odamın yarısını kaplayan piyanoma bakıyordum. Ablam ise, sözde dolaşacağını söyleyerek dışarı çıkmıştı. Masamın üzerindeki kitap dikkatimi çekti. Sezin, fazla kitap okuyan birisiydi ve bana da bir kitap hediye etmişti."Solgun Karanfil." adlı bir kitaptı."Sinan Akyüz'ün" kaleminden çıkmış bir savaş romanıydı."İkinci Dünya Savaşı" ile ilgili her şeyi sevdiğimi öğrenmişti ne de olsa.
Gerçi konuştuğumuz konuların çoğu, Stalin ve "III. Reich İmparatorluğu"nun çöküşüyle alakalıydı. O yüzden çok şaşırmamak gerekiyor.
Verdiği kitabın kapağına uzun süre bakakalmıştım. Bir Yugoslav askerin, yanındaki kıza sımsıkı sarılışını resim almıştı. Arkalarını ise süslü bir karanfil çiçeği kaplıyordu. Herhangi bir şeye baktığımda bile, Sezin'le ikimizin hayalini kuruyordum. Tabii ki bunda da aynısını yaptım. Sezin, her şeyini feda eden bir asker, ben de onu bir ömür bekleyecek olan biricik sevgilisiydim. En azından hayallerimde böyleydi. Ölüme kadar ayrılmamaktı. Onunla delirecek, onunla gülecektim her zaman. Başka çaremiz yoktu. Bunları düşünürken uyuyakalmış, akşamın yaklaştığını akşam güneşinin yüzüme yansımasından anlamıştım.
Telefonuma baktığımda ise, ablamın beni "27 KERE" çaldırdığını gördüm. Hemen telefona sarılıp ablamı aradım. "Abla üzgünüm uyuyakalmışım. Bir şey mi oldu?" diye sordum biraz telaşlanarak. "Yok canım, alt tarafı seni merak ettim. Açelya, kusura bakma ama taşak mı geçiyorsun benimle?!" diye sertçe çıkıştı. Haklıydı tabii ki. O yüzden özür diledim üzgün bir ses tonuyla. Ablamın en büyük zaafı, benim üzgün ses tonumdu işte. Yumuşamıştı ve: "Ah tamam özür dilemene gerek yok. Bu arada gelirken bir şey istiyor musun?" diye sordu. "Yok ya sen gel yeter." dedim tatlı bir ses tonuyla. "Tamam canım, o zaman beş dakikaya evdeyim." dedi. Görüşürüz faslından sonra telefonları kapattık. O sırada zil çaldı. Kapıya bakmaya giderken "Ne kadar çabuk geldin ya?" diyerek söyleniyordum ablama. Kapıyı açtığımda ise şok olmuştum...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ölümün Kıyısından | -gxg-
Romance'Sen bir sanatsın, bir melodi gibi hayatıma renk katıyorsun...'