24.BÖLÜM: "BEYAZ BİR PAPATYA GİBİ"
Eteklerimi toplayarak atılmış ve nihayet kapıyı açmıştım. "Delirdin mi sen?" diye çıkıştım ancak kızgınlığım bir sis bulutu gibi dağılmıştı. Bakakaldı, bakakaldım... İlk kez onu böyle görünce bir garip hissettim. Elleri cebinde giydiği siyah takım elbisesiyle bambaşka biri gibi karşımdaydı. Biraz yakıştırdım biraz yakıştırmadım ancak sanırım daha yakışıklı olmuştu.
"Çok güzel olmuşsun."
"Şey, sende. Yani sağ ol."
"Kapı tehditi için kusura bakma, yoksa çıkacağın yoktu."
Çok kabarık olmayan gelinliğimin uçlarını serbest bırakıp gözlerimi önüme çektim. Nasıl göründüğünden emin değildim. Üst kısmı taştan, alt kısmı tüldendi. Başımda beyaz sade bir örtü vardı, duvağım yoktu. Onun yerine taşlı bir taç takmıştım. Öyleydi işte Çam, daha ne kadar edebiyatı olabilirdi ki bir gelinliğin.
Cebinde olan elini yavaşça dışarıya çıkardı Ferhan Mert. Bir adım attı. Büyülenmiş gibi duran bakışları gülmemi getiriyordu ama gülemiyordum. Ondaki sessizlik canımı sıktı. Boğazımı yavaşça temizledim ve dağınık bir tonla konuştum.
"Neyi bekliyorsun?"
"Çıkmalarını." Etrafıma bakındım. O da bakındı. Sonra yeni farkına vardığı katı sözüyle diğer elini de hızlıca çekti cebinden: "Yani biraz müsaade edebilir misiniz?"
"Çıkalım damat pekala." dedi annem.
Ahsen sözlerini iğneleyici bir kalıba sokarak buna katıldı: "Haklısın anne. Biz çıkalım tabii. Konuşacakları vardır."
Anneme baktım. Babam düştü aklıma. Ona sarılıp, ağlaşmamız gözlerimin önünden geçip gitti. Gelinliği ilk giydiğim andı. Girmişti odaya. Beni beyazlar içinde gördüğünde sulanmıştı gözleri.
Bana öğüt dolu sözcükler armağan etmişti. Onları her harfiyle toplamış ve saklamak için aklımın en güzel köşesine yerleştirmiştim. Sonrasında ellerinden öptüm. Emekleri için helallik istedim. Verdi ve üstüne üstlük o da helallik istedi. Benim onda herhangi bir hakkım olmasa da, helal olsun sözünü duymadan rahat edemeyecekti; ki bunu bildiğim için çok uğraştırmadan da mahcup ola ola "helal olsun," demiştim.
Ve çıkışı hâlâ gözlerimin önündeydi. Tanıdıklara doğru dürüst görünmedik deyip ağlayacağı anda kendini dışarı atmıştı. Kendime geldiğimde kulağıma annemin sıcacık kelamları çalındı: "Kurban olduğum kızım, haydi bırak elimi de çıkalım. Yalnız kalın biraz." Tuttuğum eline baktım. Ne ara tutmuştum ki? Kalbimin, babamın ve annemin sevgisiyle burkulduğunu hissettim o an. Bıraktım elini. Çıkışa doğru yürüyüp çıktılar odadan.
"Bizde çıksak daha iyi aslında?" dedim arkalarından bakarken: "Yani davetliler biraz fazla beklediler sanki Ferhan Mert."
"Beklemediler rahat ol. Bir şey vereceğim sana."
Demin çok beklediklerini söyleyen o değil miydi? Hem ne verecekti ki? Ah hayır bana bir hediye verildiğinde nasıl davranacağımı bilemeyen bir kızdım ben. Bu sahneleri hiç sevmiyordum.
Terlemiştim. Örtümün sıklığı, gelinliğin ağır kumaşı, bacaklarımda takat bırakmıyordu. Karşıma geçtiğinde: "Bir papatya gibi olacaksın diye söylemiştim değil mi?" dedi. Sonra gözlerime baktı, adam. Onu gerçekten sevdiğimi nihayet kabullendiğim o adam.
"Pek hatırlamıyorum."
"Anladım." dedi sadece. Manidar latifesine karşı edilen kuru lafıma bozulmuş duruyordu.
"Yani, şimdi..." Ensesini kaşıdı: "Farkında mısın bilmiyorum ama insana adamakıllı bir duygu yaşatmıyorsun Esme."
Duygulu ânı yok etmek ukalaca davranmaktan geçerdi. Bu tecrübem sayesinde hep başarılı oluyordum. Umarsızca, haylaz kız çocukları gibi omuz silktim.
"Senin o duygu dediğin, romantizm bir kere."
Yüzüme doğru eğildi. Bu hareketi de onu masum erkek çocukları gibi göstermişti. Ve şu an bana dikkatle bakan mavimsi gözlerine bakarken gülmemek için kendimi acayip zorluyordum.
"Romantizm mi?" Doğruldu yeniden: "Sen şimdiye romantizm diyorsan gerçek romantizmi gördüğünde ona ne dersin tahmin etmek bile istemiyorum. Romantizmmiş!"
Seslice nefesini verdiğinde mesafe sınırlı olduğu için doğrudan nefesini duydum. Anlamıyordum, nasıl şeker gibi kokabiliyordu bu adamın soluklarının her biri.
"Doğru söylemek gerekirse..." Daha cümlesini bitirmeden kafasını iki yana sallayıp, tamamlamaktan vazgeçti: "Her neyse. Önemi yok. Sadece çok güzelsin ve ben seni öküzlerden, hayvanlardan nasıl saklayacağımı düşünürken kafayı yemekten korkuyorum."
"Kendini yormana gerek yok, ben kendimi korurum."
Alayla bakınca: "Koruyamaz mıyım?" dedim.
"Korursun." Elini sol cebine attı. Aradığını orada bulamayınca diğer cebine baktı. Arka ceplerini kontrol etti. Bu kez düşünmeye çalışarak bir yere odakladı gözlerini. "Nereye koydum ben onu."
"Neyi?"
"Sana vereceğim gerdanlığı."
"Buna gerek yoktu," deyince o gayet ciddi bir ifadeyle: "Esme bu mühim." dedi söylediğimi pek de umursamayarak: "Düşürmüşsem kötü oldu. Kıymetli bir şeydi. Ama bu biraz düşük ihtimal. Muhtemelen bir yere koydum hatırlamıyorum." Deminden beridir yüzüme bakmadan konuşuyordu. Tam burada döndü bana: "Hepsi senin suçun."
"Ben ne yaptım!"
"Heyecandan elimi ayağıma dolaştırdın, her şeyi unuttum, daha ne yapacaksın."
"Dolaşmasaydı."
"O kadar heyecanlandırmasaydın."
"Heyecanlanmasaydın."
"O zaman bu kadar güzel olma!"
"Sende bu kadar saçma olma."
Bunu dememle gözleri parıldadı. Derhal keyiflendi: "saçmalık dedin, kolyenin yerini hatırladım bak."
"Neredeymiş?"
"Bizim Sinan'a yaptırmıştım kolyeyi. Yoğunluktan fırsatım olmamıştı. O da getirip vermeyi unuttu. Kafamın bir milyon olmasından aldım sanıyorum. Sonra hallederiz o işi, şimdi gidelim."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Çiçekler Kararır Mı?
EspiritualBu, ayrılığın yoruculuğunda güçlenen bir aşkın hikayesi.