4.Bölüm

706 35 1
                                    

'Hayat mucizelere gebedir' diye boşuna dememişler. Birkaç yıl öncesine kadar bu kara bahtımdan kurtulamayacağımı, ömrümü o cehennemde geçireceğimi düşünürken şimdi masmavi suların üstünde, beyaz ve mavi renklerinden oluşan bir balıkçı teknesiyle Karataş'tan ayrılmış, usul usul İstanbul'a gidiyordum.

Kim bilir arkamda ne kıyametler, ne kasırgalar bırakmıştım. Beni bulamayan o hoyrat ve hastalıklı ruhun nelere sebep olduğunu düşünmeyi kenara koymuştum. Düşünüp bu güzel anın tadını kaçıramazdım. Artık olmam gereken yerdeyim. Ondan çok uzakta.

Geceyi sabaha bağlayan saatlerde ayın yerini güneşe bırakmasını izliyor, gülümsüyordum.

Kızlar kaptan köşkünde battaniyelere sarılı uyurken; ben güvertenin en ucuna bağdaş kurmuş gökyüzüne bakıyordum.

Mazime dalıyor, o günü unutamıyordum.


Çocukluğumun yarası babamın bizi terk edip başka bir kadınla kaçmasıyla başladı. Henüz üç yaşında olan ben gecekondu kadar olan müstakil, taştan evimizde annemle bir başıma kalmıştım. Annemin, babamın ihanetini unutması hiç kolay olmadı. Gecesi gündüz olmuş, yemeden içmeden kesilmiş, ev sahibinin kira derdiyle uğraşmıştı.

Bütün bunların yanında yeşil bir hırkasıyla kenarda olup biteni izleyen ben, annemin döktüğü gözyaşına eşlik etmiştim. Onunla beraber yemez, içmezdim.

Bu durum annem kendini toparlayıp, bakması gereken bir çocuğu olduğunu anlayana kadar devam etti. Sonra başladı annemin mücadelesi.

İlk önce gündeliklere giderdi. Yanında beni de götürür, yalnız bırakmazdı. Ama sonradan işe gitmeden para kazanmaya başladı. Anneme her hafta postayla bir zarf dolusu para gelir annemde bana onlarla kıyafet ve yiyecek alırdı, kendine bir çöp bile almadan.

Ona her defasında sorduğumda aynı cevabı alırdım. "Bunlar senin ananın ak sütü gibi hakkın." derdi. O günkü aklımla hiçbir şeyi kavrayamayan ben, artık her şeyi çok iyi anlıyordum.

On yaşına kadar mahallenin çocukları ile sokakta oynadım. Top attım, tuttum, saklambaç, yakalamaca... Bilseydim hayatımın en güzel günleri onlar olacak, hiç büyümeyeyim isterdim.

Yaşım ilerledikçe oyun  alanım daraldı. Gün geçtikçe sadece bizim sokakta oynayabiliyordum, başımda annem varken. Mümkün değil o olmadan dışarı adım atamazdım. O zamanlar bununda nedenini bilmezdim. Şimdi çok iyi anlıyorum.

Mahalleden her hafta, hatta bazen bir kaç günde bir ağlayan, feryat eden kadınların sesleri duyulurdu. "Kızım!" diye çığlıklar kulaklarımda yankılanırdı. Her ses duyduğunda annem beni odama kilitler, dışarıya, o kadına destek olmaya giderdi. Döndüğünde ise mutlaka bana sarılıp ağlardı.

Ortaokulu komşumun kızı ile bitirdim. Karşı evimizde oturan Şevval Teyzenin kızıyla, Minel ile.

Kadim kardeşlik bağımız o zamanlar atılmıştı. Okula beraber gider, gelirdik. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez, aynı hayalleri kurardık. Mesela aynı üniversiteye gidip, aynı evde kalmak, çocuklarımıza teyzelik yapmak ve onları da bizim  gibi kardeş yapmak.

Ama hayallerimizin hüsranla son bulacağını hiç düşünmezdik.

Bizim hayallerimizde kaderimiz gibi aynı gün ve aynı anda belirlenmişti ama biz o an hiç bilemedik.


Bir sonbahar başlangıcı, okulun ilk günüydü. Her sabah olduğu gibi annemin cebime doldurduğu taşlarla beraber çıkmıştım kapıdan. Aynı anda karşımda dikilen Minel ile ona gülümseyerek yürüdüm. Kol kola girip Lise yolunu tuttuk. Lise üçe başlamak demek bizim için hayallerimizin ilk adımı demekti. Bozguna uğrayacağını bilmeden sıkı sıkıya başlanmıştık o hayale.

ZincirHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin