Koşmak bir kaderdi, bu şehrin sokaklarında büyüyen canlara.
Ağlamak yazgıydı. Ama kaçmak kurtuluş değildi. İnatla başaracaklarını sandı her iki tarafta. Ama ne biri diğerini tutabildi; ne de diğeri ondan kurtulabildi. Tehlikeli bir döngüydü bu.
Erkeklerin sevda dediği, kadınları hapis dediği zehirli bir döngü.
Şehrin evleri, yaşayana mezar olmaya ant içmiş gibiydi. Nice canlar yitti. Nice canlar adeta bitkiydi. Sadece nefes alıp verdi.
Karataş semtin adı. Adı gibi karalar bağlanır burada. Ve en acısı da burada olanları hiç kimse duymazdı. Görmezdi. Üç maymun oynamak onların işine gelirdi.
Ama bu düzen onun umrunda değildi. Kurtulmak istiyordu. Yaşamak, ömrünü özgürce geçirmek. Bunun için kaçıyordu. Beyaz gelinliğin eteklerine takıla takıla.
Karataş'ın taş duvarlarla örülü sokaklarından koşuyordu. Topuklu ayakkabılar ayaklarını artık hissiz bırakmıştı. Köşeyi dönüp yeni bir sokağın başına geldiğinde duvardan destek aldı. Eteklerini kaldırıp ona düşman olan topuklu ayakkabıları parçalarcasına kurtardı ayaklarından. Sinirle duvara vurdu. Artık çıplak ayakların yerde çıkardığı seslerle koşuyordu. Arkasından gelen adım sesleri yaklaşmıştı. Ayakkabıları çıkarmak için çok zaman kaybetmişti.
Sokağın sonunda dönerken arkasına baktı. Gördüğü kişi kalbini hızlandırmıştı. Adam heybetle bağırdı.
"ERVA!"
Durmasını istiyordu adam. Erva'nın durmasını ve ona teslim olmasını. Ama Erva ona boyun eğecek biri değildi. İstemiyordu. Onun olmak, onunla olmak istemiyordu. Onun hayalleri bambaşkaydı.
Hızla koşuyorlardı. Arkasından gelen adım seslerine yenileri eklenmişti.
Ona seslenen sesler midesini bulandırıyordu.
Yorgunluk onu ele geçirmek üzereydi. Dikkati arkasından gelenlerle doluyken önünde duran arabayı görmedi. Acı bir nida ile kaçışı maalesef bir hayal olarak kalmıştı.
1 yıl sonra...
Karaer Köşkünde heyecanlı bir sabahtı. Büyük salonun ortasına konan podyum etrafında Karataş'ın en yetenekli terzileri çalışıyordu. Podyumun üstündeki bedenin can çekişini kahale almadan.
Oysa Erva görüyordu o bedeni. İçi kan ağlayan, yardım çığlıkları atan, gözleri kan çanağına dönen o beden ve o ruh ona kendini hatırlatıyordu. O da, ondan farksızdı, tam bir yıl önce.
Bu nedenle bir şeyler yapması gerektiğini hissediyordu. Bu yüzden çabalıyordu.
"Erva hanımım, kahvenizi getirdim."
Önündeki sehpaya konan fincana baktı. Köşkün çalışanı, Gülsüm, kahveyi vermiş bir şey demeden diğer aile mensuplarına kahveleri dağıtmaya devam etmişti.
Önüne konan kahve fincanının köpüğüne daldı gitti gözleri. Sanki bu köpüklerin tam ortasına düşmüş boğuluyordu. Çırpınıyor ama kurtulamıyordu.
Fincanı eline alıp küçük bir yudum aldı kahveden. Kahvenin acı tadı boğazından geçerken hafif bir yakış hissetti.
Fincanı yerine koyarken yan koltukta oturan Eda'ya çevirdi gözlerini. Gördüğü şey ise boş bir koltuktu. Sertçe koydu fincanı tabağa, hızla kalktı yerinden. Gördüğü boş koltuk onun korkusunu tetiklemişti.
"Eda nerde?"
Yanında oturan Şermin, önce etrafına baktı. Erva'nın yükselen sesi salondakileri hem şaşırtmış hem meraklandırmıştı. Hoş bir kahkaha atıp ağa kalktı. Odada çalışmayı bırakıp merakla bakan terzilere gülümseyip ona yaklaştı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Zincir
General FictionHayat boyunca insan mutlu olacağı, rahatça güleceği bir yaşam diler. Sırtında kimsenin kamburu olmasın, boynunda bir darağacına bağlanmasın, bedeninin hiçbir yerine küflü zincir değmesin ister. Böyle mi ister? Yoksa onlar bunlarla baş başa kaldığı i...