Büyümek denen kavram görecelidir.
Kimisi büyümeyi bedeninin olgunlaşması olarak tanımlar.
Çocuk değil, büyümüş, iş görür der. Bir çocuğu kadın olarak tanımlar ve onu küçük yaşta büyümeye zorlar.
Ruhu yaralanır o çocuğun. Annesini arar. Babasını arar. Sevdiğini arar.Yardım bekler, ona uzanıp onu o cendereden kurtaracak bir el ister.
Yardım gelmezse bütün ellere küser.
Kimisi ise büyümeyi aklın olgunlaşması der.
İstediği kadar yaş alsın, olgunlaşsın... 'Çocuk bu daha, ona bu gözle bakılmaz!' derler.Keşke benim de karşıma bu cümleyi kuracak biri çıksaydı. Annemden başka.
Büyümedim ben. Büyümeme izin vermediler. Çocuk ruhlu, çocuk bedenli beni altından bir kafese tıkıp celladımı gardiyanım yaptılar.
O cellat beni yıprattı. Söndürdü. Öldürdü.
Benim celladım Yiğit Karaer'di. Celladıma hükmedense Haşmet Karaer.Karaer konağında geçirdiğim iki yıl boyunca her gün onların sofrasına oturdum. Onlarla aynı yemekleri yedim. Pis yüzlerine baktım. Hakaretlerine, zorlamalarını dinledim. Psikolojik şiddetlerine maruz kaldım.
Ve sonunda yemek sofralarına küstüm.
Ama ilk defa her sofranın o sofra olmadığını anladım.Başımı yemeğimden kaldırmadığın sofradan başka sofralarda vardı.
Yüzlerini görmekten iğrendiğim insanların yanında midem bulantısı çekmediğim sofralar da vardı. Ve ben şimdi o sofralardan birindeydim.
On kişilik bir masanın üstünden bembeyaz bir örtü serilmişti. Masanın iki ortasında içinde papatya çiçekleri olan iki vazo vardı.
Üstünde her bir kişiye özel servis tabakları vardı ve masanın ortası yemeklerle doluydu. Masanın sağ baş tarafında Hamiyet Hanım oturuyordu. Ağarmış saçlarını ensesinin iki parmak üstünde özenle toplamıştı.
Gözlerinde huzur vardı. Bilmiyorum nedenini. Belki de bilmek istemiyorum. Bilip de bağlanmaktansa bilmeden gözlerimi kapamak daha kolayıma geliyor. Ama yine de... Acaba diyorum. Acaba öbür türlü hayatım olsaydı, Alev Hanımdan koparılmasaydım onunla nasıl bir ilişkim olurdu. Bana anneannelik yapar mıydı?
Gözleri hep böyle ışıl ışıl mıydı? Yoksa bugün özel bir gün mü?
Masanın sol baş kısmında ise Alev Hanım oturuyordu. Gergin ama rahattı. Huzurlu ama tedirgin...
İçinde hep ters duygular çatışıyor gibiydi ve çatışmaların nedeni bendim.
Alev Hanımın sağında ben oturuyordum. Karşımda yani Alev Hanımın solunda Minel vardı. Çiçek benim yanımda, Eda ise Minel'in yanındaydı.
Hamiyet Hanımın sağında ve solunda iki kişi vardı. Biri Sönmez Harmanlı, Alev Hanımın kız kardeşi. Diğeri ise karşısında oturan, henüz on yedi yaşında gibi gösteren kızı Ayşim'di.
Onlarla ilk defa bir diyalog halinde olacak olmanın da üstümde yarattığı bir gerginlik vardı.
Keza onlarında rahat oldukları söylenemezdi. Sönmez Hanım halinden hiç hoşnut değil gibiydi. Dirseklerini masaya dayamış, ellerini yukarıda birleştirmişti, sessizce boş tabağına bakıyordu.
Masada iki kişi daha vardı. Ömer ve Doruk Haznedar.
Dün geceden sonra Doruk ile göz teması kurmaktan çekiniyor, ondan başka her yere bakıyordum.
O ise inatla bana bakıyor, gözlerimi ondan kaçırdığım için sırıtıyordu.
Kızlarsa... Rahatlardı. Neden rahat olmasınlar ki?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Zincir
General FictionHayat boyunca insan mutlu olacağı, rahatça güleceği bir yaşam diler. Sırtında kimsenin kamburu olmasın, boynunda bir darağacına bağlanmasın, bedeninin hiçbir yerine küflü zincir değmesin ister. Böyle mi ister? Yoksa onlar bunlarla baş başa kaldığı i...