Kırık beyaz duvarların üzerine vuran koyu sarı lamba ışığı, stor perdelerin arasından ay ışığıyla sızıp daha az önce ayaklandığımdan dağınık kalan yatağa yansıyan parıltılar, yalnızca birkaç saat önce damarlarıma sızan sakinleştiriciye rağmen yuvarlak yumuşak halının üstünde parmaklarıyla oynayarak gerginliğini atmaya çalışan ben.
Üzerimde üşümemem adına zorla iliştirilmiş bir hırka, altında ona nispeten ince kalan keten pijamalar. Kendi etrafımda birkaç turu atlattıktan sonra midemde yükselip duran sıcaklığı bastırmak adına yatağa oturdum geri, ne zaman gelirdi ki bu kadın?
“Arin, ben geldim.”
Kapıdan duyduğum sesle yerimden fırlayıp aynı odanın kalanı gibi beyaza boyalı kapımı araladım, tüm bunların beni rahatlatması adına yapıldığını bilmek aptal bir rengin beni boğuyor oluşunu değiştirmiyordu.
“Ufak bir şey de olsa bulabildim,” sessizce mırıldanıp içeri girdiğinde koyulara bürünmüş ela rengi irislerim onun bedeninden çok ellerinde tuttuğu parlak metaldeydi. “Yalvarırım dikkatli ol, bak söz verdin bana.”
Hızlıca başımı sallayıp elindeki telefona uzandım titreyen parmaklarımla, aldığım ilaçların bedenimde değiştirdiği bir şey de onların inceliği, ve çoğu zaman titremelerini kontrol edemeyişimdi. “Tamam, söz verdim. Yalnızca birkaç saat.”
Telefonu elime aldığımda kalbimin göğüs kafesimin dışında, belki biraz daha yukarısında, her nefesimi, yutkunuşumu ağırlaştıran düğümün arasında sıkışmış halde attığını hissediyordum. Sanki adım adım kendi ölümüme yürüyordum ama gözüm karanlığın arasında tek bir ışık hüzmedine tutulu, ilerleyip duruyordu.
Bir nevi ölümüne yürüyorsun zaten, aptal.
Kafamın içinden yükselen yanıtla kaşlarım çatılsa da sakin kalmaya çabalayarak yatağa oturdum, ekranı açıp bana hem uzak, hem de bir o kadar yakın kalan uygulamaya girdim. Kimin olduğunu dahi bilmediğim bir telefonda parmaklarım titreyerek bir numara tuşluyordum, ezbere tuttuğum her şeyinden yalnızca biri olanı, numarasını.
“Biraz yalnız kalmak istiyorum.” sesim mırıldanmadan öte değildi ama karşımda omuzlarına dökülen turuncu saçlarıyla duran kızın duyduğuna emindim, nefesini verip beyaz önlüğünü düzeltti. İşaret parmağıyla az önce girdiği kapıyı işaret etti. “Karşı taraftayım, bir şey olursa seslen. İki saatin var.”
Başımı hızlıca sallayıp parmaklarımı numaranın üzerinde gezdirdim, kafamda milyonlarca ihtimal volta atarken kalbim de onlara katılmış halde zorluyordu beni. Onu tekrar hissetmenin doğuracağı sonuçları iyisiyle kötüsüyle kabul de etsem, hâlâ bir yanım bu işin sonunda pişman olacağımı fısıldıyordu.
Tuşladığım numaraya ulaşabilmek adına hızla kaydettikten sonra, mesaj kısmına girdiğimde boş, düz bir renk karşılamıştı beni. Elbette böyle şeylere hiçbir zaman önem vermeyişi değişmemişti, ya da ben kendimi kaptırıyordum. Belki de değiştirmişti numarasını, bu o bile değildi. Belki de kalbim onun hakkında hep yaptığı gibi, yanılmıyordur.
ne demem gerektiği hakkında zerre fikrim yok, ama bakmayacağını biliyorum. bu yüzden saçmalamakta serbest olmalıyım, değil mi?
nasılsın, iyi misin?
Geriye kalan iki saati nasıl geçireceğim hakkında en ufak bir fikrim olmadan, bakışlarım yazdığım iki aptal mesajla, onun gri rengiyle kapadığı yuvarlak fotoğraf arasında mekik dokudu. Gördüğüm 'çevrimiçi' yazısıyla oraya düşüp bayılacağımı, midemin de aynı kalbim gibi bedenimden ayrılacağını sanmıştım ama hiçbiri olmadı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
salvatore, | rindou haitani.
Short Story"en sevdiğim fırtınalardan birinin vurduğu yaz gecesinde, tam ikimiz eşitken, öp beni. " /rindou haitani esaslı kurgu. /tamamlandı 𓍯