Verodia'da yeni günün güneşi doğmuştu. Astrid doğunca orman kızları uyanmış, gündüz işlerini yapıyorlardı. Kiminin teni gül renginde, kimininki gökyüzü, kimininse leylak rengindeydi. Bazıları kılıçlarla karşılıklı talim yapıyor, bazıları da ok atış talimi yapıyor ya da bir kayadan diğerine hızla sıçrayarak koşuyor ve düşmemeye çalışıyordu. Johan ise ağaca güç bela çıkabilmiş, bir eliyle ağacın gövdesine tutunuyor diğer eliyle ve ayaklarıyla ağacın dalına yüzüstü bir şekilde sarılıyordu.
Yaklaşık yirmi gündür ormanda tek başına yaşam sürüyordu. En son Svarod asillerinin yanındaydı. Aile reisi olan en büyük kardeş Amarune ve annesi hanımefendi Serra Deronayé ona çok iyi davranmışlardı fakat ailenin Calonory'yle savaşından sonra Verodianlar ortaya çıkınca herkes kaçmış, kimse onun yüzüne dahi bakmamıştı. Quaronith her yerde onu aratıyor olabilirdi ama sonuçta alelade bir asker parçasıydı. Koskoca ordusunu onun için tehlikeye atacak değildi. Hele ki Verodia ormanlarında mahsur kalan bir asker için... Ama böyle de devam edemezdi... Ağaç kabuklarını yolup gövdenin içindeki kurtları yiyerek devam edemezdi. Ağaç dallarından kuru kütüklerden başını sokabileceği bir sığınak yapmıştı ama çok da dayanıklı sayılmazdı, sürekli olarak kontrol etmesi, yağmur ihtimaline karşı ek dallarla sığınağı kuvvetlendirmesi ve boşlukları kapatması gerekiyordu. Amarune'un kendisine verdiği cam madalyonu mercek gibi kullanıp Astrid batıp karanlık çökmeden bir ateş yakıyordu, dumanları dikkat çekebilirdi ama kimin umrunda, gece soğuğundan donmaması daha önemliydi. Şansının en yaver gitmediği günler ise yağmurun başlayıp Astrid batana kadar bitmek bilmediği günlerdi, bugün de o günlerden biriydi ki böyle olduğunda hiç ateş yakamıyor onun yerine ağaç dallarıyla yuvasının girişini de kapatıyor, yağmur sonrası soğuğuyla bu şekilde idare ediyordu. Çok etkili olmasa da daha çok üşüyüp hipotermi geçirmesinden iyiydi. Belki ertesi gün ikide birde görmüş olduğu tavşanları ya da arada kendisine dişlerini gösterip paçalarını ısıran gelinciklerden birine tuzak kurabilirdi. Onun için bir parça ip gerekiyordu üstündeki pelerinden biraz sökebilirdi ama dikkatli bir şekilde düğüm atmalıydı daha çok ip sökebilirdi ve üşümemek için örtündüğü pelerinin küçülmesini istemezdi.
Bu kadar yağmurun içinden gelen bir at nalı sesi duymuştu. Yuvasından dışarı baktı. Siyah kapüşonlu biri atıyla ağaçların arasından Johan'ın yakınından geçmekteydi, yağmur damlaları ıslanmış pelerininden aşağı kayıyordu. Siyah pelerini ve kapüşonların içindeki yüzünü karanlık örtüyordu. Bu bir lord olmalıydı, atı çok güzeldi ve atı süren kişi bir asilzade gibi yağmurdan kaçıyordu. Atın üstündeki dimdik duruşunu bozmuyordu, ormanın içinde dolaşıyordu. Johan bu sefer seslerin yankılandığını duydu. Muhtemelen yuvanın doğusundan geliyordu. Yuvasından dışarı çıktı ve koşmaya başladı. Çıplak ayakları ıslak toprağın üzerinde izler bırakıyordu fakat yağmur ıslattıkça bu izler bozuluyordu. Her kim olursa olsun onun yakınından geçen herkes onun için önemliydi, yardıma ihtiyacı vardı. Fakat onu göremiyordu. Ağaca çıkmaya başladı böylece o her kimse onu daha rahat gözlemleyebilecekti. Islak ağaca çıkmak çok zordu fakat zar zor onu görebilecek kadar yükseğe çıkmayı başarabilmişti ve gördüğü kadarıyla ormandaki kızların klanını ziyarete gelmişti. Lord o esnada bir şey hissetti, sanki birisi vardı ve ona bakıyordu fakat kafasını çevirdiğinde çalılardan başka bir şey göremedi. Boşa şüphelendiğini düşündü. Sonra klanın ağacından biri çıkageldi. Klanın ileri gelen kadınlarından olmalıydı bu, onu çok sıcak karşıladı. Johan bunları ağacın üzerinden görebiliyordu. Tabi birçok şeyi anlamlandıramıyordu, mesela bu pelerinli zırhlı adam kimdi, bu klanın ismi neydi ya da bu renkli tenli kızlar nasıl kişilerdi? Birden ağaçtan inip de bana yardım edin çağrısında bulunma riskine de giremezdi elbette. Sonra lord yola koyulmak üzere ayağa kalktı, yine kadınların gülümseyerek onu uğurlamalarından sonra Johan yere bakıp kolaçan ederek ve odaklanarak daldan dala birkaç ağacı geçti biraz uzun sürdü ama sonra uygun bir yerde ağaçtan inerek yuvasına doğru yürümeye başladı. O gittikten sonra onun bulunduğu dalın etrafındaki tüm dallarda pusuya yatan kızlar kamuflajlarını kaldırıp ten renklerini kendi renklerine getirdiler.
Lord ise gecenin karanlığında atını dörtnala sürüyordu, köprüden geçip Eitagron'un Evi'ne gelmişti. En koyu karanlıkla bezeli, sadece iki pencereden biraz gölgenin ve karanlığın kölesi olmuş bir ışığın içeriye girmeye fırsat bulabildiği taht odasına girdi ve koskoca bomboş odanın içinde karşısında bulunan yavaş adımlarla yöneldi. Taht siyah bir kayadan ibaretti. Kayanın bulunduğu zemine çıkan merdivenlerin ince basamaklarına doğru üç adım attı ve iki basamak kala kudretli, ulu bir kişilik olan, hükümdar Valanoar Eitagron'un huzurunda diz çöktü.
Astrid battıktan ve hava iyice karardıktan sonra Verodia'nın ormanları çok sessizdi öyle ki rüzgarın ağaçları hışırdatması çok gürültülü geliyordu. Johan bu gece üşümüyordu, ateş yakmasına bile gerek yoktu, yuvasından çıkıp etrafta dolaşmaya başladı. Yarı hayvan yarı insan olan dişiler ise ağaçlara tırmanmış avlarını arıyorlardı. Johan'ı görüyorlardı fakat Johan onları görmüyordu. En sonunda bir göle ulaştı. Tam da göl denemezdi, ırmak gibi ince uzundu fakat güçlü bir akıntısı yoktu. Bununla birlikte tuhaf olan bir şeyler vardı. Birileri onu izliyor gibiydi. Ağaçlarda birileri vardı. Dikkatlice bakınca bir sürü tuhaf dişi yaratığın onu seyrettiğini gördü. Parıldayan gözlerinde, çehrelerinde, tül yapraklari ya da tüyleri üzerlerine sardıkları kıvrımlarında her türlü çirkinliği ve hoyratlığı ürkütüp kaçıran bir güzellik vardı. Onların güzelliğini yaratabilmek için yaratılış, milyarlarca yıl gökleriyle, yıldızlarıyla, deniziyle ve karalarıyla uğraşmıştı. Sanki en küçük bir şeyden incineceklermiş gibi görünüyorlardı, öyle ki bakışlarını onlardan çevirse bile zarar göreceklermiş gibi hissediyordu. Tenleri denizlerin köpükleri gibiydi, Asae'nin serin ışığının vurduğu yerler mavi renkte ışıldıyordu. Göz çevresinden şakaklarına doğru pembe-mor ya da mavi-mor ışık yansımaları uzanıyordu. Saçları kuzguni siyah, gümüşi mavi, mavimsi siyah, beyaz ya da küllü renklerdeydi. Kiminin kanatları tüylüydü kimininki yarasa gibi perdeliydi. Kiminin geyik boynuzları vardı ya da yılan gibi bir kuyruğu, kiminin de tilki gibi kulakları ve tüylü bir kuyruğu vardı. Bunlar gündüzleri gördüğü klan olmalıydı, onları tanımıştı. Onları ilk defa bu kadar yakından inceleme fırsatı olmuştu. Sayıları da bayağı fazlaydı, demek ki gerçekte gördüğünden daha çok klan vardı ve hepsi geceleri dönüşüm geçirip yarı hayvan yarı insan bir canlıya dönüşüyordu. Quaronith ona bu yaratıkların Ellarion olduklarını söylemişti. "Gündüzleri Amazonlar gibidir, geceleri ise siren." Evet, bunlar Ellarion'du. Bir keresinde Reinhold genç bir askerken arkadaşlarıyla birlikte saldırısına uğradığını, arkadaşları ölüp kendisinin de ağır yaralar alarak zar zor kurtulmayı başardığını anlatmıştı. Bunca zaman onların yakınındaydı ama Reinhold'un durumuna hiç düşmemişti. Efsunlanmıştı, bunu bir kez olsun tatmıştı fakat bu onlara tıpkı Quaronith'in yaşadığı gibi canını verebilecek kadar değildi. Peki neden bu denli etkilenmemişti, neden saldırmıyorlardı? Bunu onlara sorabilir miydi ki? Ya da onlardan yardım isteyebilir miydi? Bu durum bir hayli garipti.
***
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İntikamın Rengi
Science Fiction"Uzay, kanlı yaraların zamanla kaybolduğu ıssız bir vahşi doğadır. Belki gökyüzündeki yıldızlar bu yaraları hatırlıyordur." Evladı gibi sevdiği askeri Johan Rask, o zalimin eline düşmüştü. O Verodia lordu kendisini Johan'la tehdit edecekti ama kendi...