biralar ve anneleri

290 24 18
                                    

ne kadar da büyüdüğümü fark ediyorum.

elimdeki şişenin dibini masanın üzerinde yuvarlarken aklıma düşüyor birden ne kadar büyüdüğüm. ellerimin ne kadar büyüdüğü, bedenimin, çevremin, düşüncelerimin ne kadar büyüdüğü. birkaç yıldan beridir zamanımın donmuş olduğunu kabullenegeldiğimden ötürü oturduğum yerde bir sarsıntı ele geçiriyor büyük midemi, büyük ciğerlerimi, büyük beynimi. nasıl geçmiş o kadar vakit ben içinde yaşayamadan?

ortamdan kopuyorum birkaç dakikalığına, elimde değil. sonra aklıma geliyor, zaten elimde olan ne var ki? nasıl geçirmişim o kadar günü, ayı, yılı ben daha aynaya bakmaya bile utanırken, başkalarıyla olup kendimi göremezken? günler somut mudur, yıllar soyut mudur, boş günlük sayfaları hangisinden sayılır? kemerlere delikler açmak ve parmaklarımı bacaklarıma sarmak kanıtı mıdır kayıp aylarımın yoksa ciğerlerimin karalığını mürekkebe döksem mi anlaşılır? itip uzaklaştırdıklarım büyüdüğüm için mi dönmediler bana yoksa gitmeye hevesli miydiler?

"büşra abla iyi misin?" buse bakıyor gözlerimin içine, meraktan çok endişeyle dolmuş üç saniyede, o kadar mı iyi gözükmüyorum? başımı aşağı yukarı sallıyorum. "başım döndü azıcık, iyiyim kuzum."

başım dönüyor mu emin değilim oysa. dönmekten ziyade dağılıyor gibi geliyor bana. esin'in elindeki sigaradan uçuşan dumanlar gibi, gölgeler çiziktirirken oluşan karartılar gibi, bir tilkinin çöplüğü karıştırışı gibi dağılıyorum sanki. alkolün etkisi mi yoksa düşündüklerimin darbesi mi anlamam güç, pelteleşiyorum, düşüncelerim de peltekleşiyor bir yandan.

büyümüşüm ben, yorulmaya büyümüşüm, susamaya büyümüşüm, kaybolmaya büyümüşüm. etrafım üç kişi tarafından çevriliyken, boğucu dumanlar ile ışıklar altındayken ve tam olarak kendi içeceğimin parasının benden başkasından çıkmayacağını fark ettiğimde anlıyorum bunu. kendime doğmuşum ve kendime öleceğim ama hiçbir zaman kendime yetemeyeceğim. içimi doğruyor bu olgu. ne yazık ki aynı zamanda her yerimi dolduruyor.

henüz kaçım? hayatımın kaçındayım? yirmilerimin şafağındayım. ıslak ıslak ağlama yaşım değil ama dört yıllıklar gibi zırlamaktayım. umutsuzluk yaşım değil ama bunalımların sınırındayım. ağzımdan süt kokusu gelmiyor veya çikolata, tek yaptığım şey alkollü bir dönüt oluyor. yirmiler büyük yaşlar sayılmazlar ancak beni en çok büyüten onlar oluyor, korkutuyorlar heyecanlandırıyorlar ve düşürüyorlar. büyütüyorlar, küçültüyorlar, yeniden büyütüp yeniden küçültüyorlar.

yaşamım beni yoruyor, ben beni yoruyorum ve yoruluyorum çünkü yorulmaya doğmuşum, susamaktayım ama su ile geçmiyor bu, bol ıhlamurla biraz alkole vurmuşum.

şişemi dikiyorum kafama, biraz konuşmak istiyorum. aslında konuşmak istemiyorum ama birisi beni ben konuşmadan anlayamayacak bu yüzden açıyorum ağzımı. yanımda oturan erdem'in masa üzerindeki kolunu tutuyorum ve masaya doğru eğiliyorum. ilgileri bana dönüyor. gülümsüyorum. "sizce benim sorunum ne?"

"saçlarını asla rahat bırakmaman." diyor erdem, sıkıyorum kolunu. "hadi ordan, en azından şampuan nedir biliyorlar."

buse'nin kıkırtısını görüyorum loş ışıkta, onun benim soruma cevap vermesine gerek yok çünkü her gün görüştüğüm kişi kendisi değil ablası. zaten ilk cevap veren de esin oluyor, "bence harika birisisin aşkım benim ama bize hiçbir şey anlatmıyorsun ya işte orada biraz uzaklaşıyoruz seninle." gülümsüyor çünkü fazlasıyla yumuşatıyor aklındakini.

gerçekten de hiçbir şey anlatmıyor muyum? günlüklerim benimle gurur duyuyor olsa gerek.

"nasıl anlatmıyorum ya? her gün sizinleyim başka kimseyle konuşmuyorum bile."

denememelerHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin