9

1.1K 14 0
                                    

    Gülmemek için mücadele veriyordum; bu yüzden, yanaklarımın pembeye çaldığını hissederek bakışlarımı yere indirdim. Kafamı kaldırıp kirpiklerimin arasından Grey'e baktığımda, dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme gördüm.
   Genç çift hiç konuşmuyordu;
birinci kata kadar mahcup bir sessizlik içinde indik. Fonda dikkatimizi dağıtacak hafif bir asansör müziği bile yoktu.

  Kapılar açılınca, Grey beni şaşırtarak uzun, soğuk parmaklarıyla elimi tuttu. Akımın içimden geçip gittiğini hissettim ve zaten hızlı olan kalp atışlarım daha da hızlandı. Beni asansörden çıkarırken, çiftin arkamızdan patlayan kıkırtılarını duyabiliyorduk. Grey sırıttı.

"Bu asansörlerin olayı ne?" diye mırıldandı.

   Otelin geniş ve hareketli lobisini aşıp girişe doğru yürüdük, ama Grey dönerli kapıdan kaçındı. Bunu elimi bırakmak zorunda kalacağı için yapmış olup olmadığını merak ettim. Dışarıda bizi, yumuşacık bir mayıs pazarı bekliyordu. Güneş parlıyordu ve trafik açıktı. Grey sola dönüp köşeye yürüdü. Orada ışığın değişmesini bekledik. Hâlâ elimi tutuyordu. Sokaktayım ve Christian Grey elimi tutuyor.

  Daha önce elimi tutan kimse olmamıştı. Başımın döndüğünü hissettim ve baştan ayağa ürperdim. Yüzümü ortadan ikiye ayırmakla tehdit eden saçma sapan sırıtışı boğmak için
çaba harcıyordum. Bilinçaltım, Serinkanlı davranmaya çalış, Aaron,
diye yakarıyordu. Yeşil adam göründü ve tekrar harekete geçtik. Portland Kahve Evi'ne varana dek dört blok yol kat ettik. Grey içeri girebilmem için kapıyı açmak üzere elimi bıraktı.

“Ben içeceklerimizi alırken masa seçmeye ne dersiniz? Ne istersiniz?" diye sorarken her zamanki gibi kibardı.

"Ben... şey... İngiliz kahvaltı çayı içerim, poşeti yanında olsun." Kaşlarını kaldırdı.
"Kahve içmez misiniz?"

"Kahve düşkünü değilim." Gülümsedi.

"Tamam, çay, poşeti yanında. Şeker?"

   Bir an bu son kelimeyi bir sevgi sözcüğü sanarak donakaldım, ama neyse ki bilinçaltım bükülü dudaklarla devreye girdi. Hayır, seni aptal, şeker alır mısın?

"Hayır, teşekkürler." Birbirine kenetlediğim parmaklarıma baktım.

"Yiyecek bir şey?"

"Hayır, teşekkürler." Kafamı salladım; tezgâha yöneldi.

   O, sırada kendisiyle ilgilenilmesi için beklerken, ben kirpiklerimin arasından çaktırmadan onu süzüyordum. Onu bütün gün izleyebilirdim. Uzun boylu, geniş omuzlu, inceydi. Hele pantolonunun kalçalarından düşecek gibi duruşu... Ah, Tanrım...

  Parmaklarını bir ya da iki kez artık kurumuş, ama hâlâ dağınık olan saçlarının arasından geçirdi. Mmm... Bunu ben de yapmak isterdim. Düşünce
kendiliğinden zihnime süzülüvermişti; yüzüm alev aldı. Dudağımı ısırarak bir kez daha ellerime bakarken, asi düşüncelerimin gidişatından hiç hoşnut değildim.

  "Aklından neler geçiyor?" Grey geri dönmüş ve beni yerimden sıçratmıştı.
Kıpkırmızı kesildim. Parmaklarımı saçlarının arasından geçirmeyi düşünüyor ve acaba saçların çok yumuşak mıdır diye merak ediyordum. Kafamı salladım. Elinde tuttuğu tepsiyi huş ağacı görüntüsü verilmiş küçük, yuvarlak masaya bıraktı. Önüme bir
fincan, küçük bir demlik ve yanında üzerinde TWININGS İNGİLİZ KAHVALTI ÇAYI -en sevdiğim-yazan tek bir çay poşetinin durduğu bir tabak koydu. Onun da üstüne sütle kusursuz bir yaprak deseninin kondurulduğu bir kahvesi vardı. Bunu nasıl yapıyorlar acaba, diye merak ettim.

  Ayrıca kendine yabanmersinli bir kek almıştı. Tepsiyi bir yana bırakarak karşıma oturdu ve uzun bacaklarını üst
üste attı. O kadar rahat, bedeniyle o kadar barışık görünüyordu ki ona gıpta ettim. Bense baştan ayağa sakar ve koordinasyonsuz, A noktasından B noktasına yüzüstü kapaklanmadan gitmekten neredeyse acizdim.

Grinin Elli Tonu (+18)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin