13

910 6 0
                                    

   Çok sessizdi. Işık kısılmıştı. Yatakta rahat ve sıcacıktım. Hmmm...
Gözlerimi açtım ve bir an için sakin ve dingin, değişik ve yabancı gelen odanın tadını çıkardım. Nerede olduğum konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Arkamdaki karyola başlığı kocaman bir güneş biçimindeydi. Tuhaf şekilde tanıdık gelmişti. Oda geniş ve havadardı; kahve, altın ve bej renkleriyle gösterişli bir tarzda döşenmişti. Bunu daha önce de görmüştüm. Nerede? Allak bullak olmuş beynim yakın zamandaki görsel hatıraların arasında debeleniyordu. Lanet olsun.

   Heathman Oteli'ndeydim. Bir süitte. Kate'le birlikte, buna benzer bir
odada bulunmuştum. Ama bu daha büyük görünüyordu. Ah, lanet olsun. Christian Grey'in süitindeydim. Buraya nasıl gelmiştim ki?

   Önceki gecenin bölük pörçük anıları yavaş yavaş üzerime çullanmaya başladılar. İçki içişim -ah, hayır bana içki demeyin-, telefon açışım -ah, hayır, telefon da demeyin-, kusmam -ah, hele kusma hiç demeyin-. José ve sonra Christian. Ah hayır. Yüzümü buruş-
turdum. Buraya geldiğimi hatırlamıyordum. Üzerimde tişörtüm ve iç çamaşırım vardı. Çorabım yoktu. Kot pantolonum da. Lanet olsun.

   Baş ucu komodinine baktım. Üzerinde bir bardak portakal suyu ve iki tablet duruyordu. Advil. Bir kontrol manyağı olarak her şeyi düşünmüştü. Doğrulup tabletleri yuttum. Aslında, kendimi o kadar da kötü hissetmiyordum. Büyük olasılıkla olmam gerekenden çok
daha iyiydim. Portakal suyunun ilahi bir tadı vardı. Susuzluğu giderici ve tazeleyiciydi.

   Kapım vuruldu. Yüreğim ağzıma gelmişti ve sesimi bulamıyordum. Yine de kapıyı açıp içeri girdi.
Lanet olsun, spor yapmıştı. Kalçalarından düşecek gibi duran
gri bir eşofman altı ve saçları gibi terden rengi koyulaşmış gri, kolsuz bir tişört giymişti. Chistian Grey'in teri kavramı bana tuhaf şeyler yapıyordu. Derin bir nefes alıp gözlerimi yumdum. Kendimi iki yaşında gibi hissediyordum: Gözlerimi yumarsam, gerçekte orada olmazdım.

“Günaydın, Aaron. Kendini nasıl hissediyorsun?"

"Olmam gerekenden daha iyi," diye geveledim.

   Ona kaçamak bir bakış attım. Koltuğun üstüne büyük bir alışveriş torbası bıraktı ve boynunda asılı duran havluyu iki ucundan tuttu. Bana bakarken gri gözleri koyulaşmıştı ve her zaman olduğu gibi, ne düşündüğü hakkında hiçbir fikrim yoktu. Düşünce ve duy- gularını saklamayı çok iyi beceriyordu.

“Buraya nasıl geldim?" diye sorarken, sesim cılız ve pişmanhıkla doluydu.
Yatağın kenarına oturdu. Dokunabileceğim, kokusunu alabileceğim kadar yakındı. Ah, Tanrım... ter ve vücut şampuanı ve
Christian. Baş döndürücü- margarita'dan çok daha iyi- bir kokteyldi ve artık tecrübeme dayanarak konuşabiliyordum.

  Soğukkanlılıkla, "Sen bayılınca, seni dairene kadar götürerek arabamın deri döşemesini riske atmak istemedim. Bu yüzden seni buraya getirdim," dedi.

"Beni sen mi yatırdın?"

"Evet." Yüzü ifadesizdi.

“Bir daha kustum mu?" Sesim daha da alçalmıştı.

"Hayır."

"Beni sen mi soydun?" diye fısıldadım.

"Evet." Ben öfkeden kıpkırmızı kesilirken kaşını oynattı.

Utanç verici bir dehşet içinde dilim damağım kuruyarak,
“Biz, ikimiz..." diye fısıldadım, ama soruyu tamamlayamadım. Gözlerimi
ellerime diktim.

"Aaron. Yarı baygındın. Nekrofili hiç bana göre değil. Ben erkekleri kendinde ve hissedebilir durumda olmasını severim," dedi kuru bir sesle.

"Çok üzgünüm."
Dudakları çarpık bir gülümsemeyle kıvrıldı.

Grinin Elli Tonu (+18)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin