15

772 6 0
                                    

(Medyada bölüm müziği var. 30. saniyeden başlayın )

   Sözünü bitirmesini  beklemek için otururken, gözlerinin beni takip ettiğini hissettim. Telefonundan biriyle konuşuyordu.

"İki mi istiyorlar?... Kaça mal olur? ...Tamam, peki uygulamadaki
güvenlik önlemlerimiz neler? Süveyş üzerinden mi gidecekler? Ben Sudan ne kadar güvenli?... Darfur'a ne zaman varırlar?... Pekâlâ, yapalım. Beni gelişmelerden haberdar edin." Telefonu kapattı.

"Gitmeye hazır mısın?”
Başımla onayladım. Konuşmasının ne hakkında olduğunu merak etmiştim. Üzerine lacivert, ince çizgili bir ceket geçirdi, anahtarlarını aldı ve kapıya yürüdü.

"Önden buyurun, Bay Steele," diye mırıldanarak bana kapıyı açtı. Rahat bir zarafet sergiliyordu.
Gereğinden uzun süre duraksayıp görüntüsünü içime çektim.

  Dün gece onunla birlikte uyuduğumu, tekila ve kusmanın ardından
hâlâ orada olduğunu düşünmek. Dahası, beni Seattle'a götürmek istiyordu. Neden ben? Anlamıyordum. Kapıdan onun sözlerini hatırlayarak çıktım: Sende bir şey var. Pekâlâ, hislerimiz karşılıklı Bay Grey ve sırrınızın ne olduğunu bulmayı hedefliyorum. Koridorda sessizce ilerleyip asansöre doğru yürüdük. Beklerken, ona kirpiklerimin arasından kaçamak bir bakış attım ve o da gözünün ucuyla bana baktı.

  Gülümsedim, onun da dudakları büküldü. Asansör geldi, bindik. Yalnızdık. Birden, açıklanamaz bir ne
denden, büyük olasılıkla bu kadar dar bir alanda yakın olmamızdan dolayı, aramızdaki hava değişti; elektrik ve heyecan verici bir beklentiyle doldu. Kalbim deli gibi atarken nefesim sıklaştı.

   Kafasını kısmen bana doğru çevirdiğinde, gözleri abanoz koyuluğundaydı. Dudağımı ısırdım.

"Ah, evrak işlerinin canı cehenneme," diye inledi. Üzerime atıldı ve beni asansörün duvarına itti. Ben daha ne olduğunu anlamadan, iki elimi, mengene misali tutuşuyla başımın üstünde birleştirdi ve beni kalçalarını kullanarak duvara çiviledi. Lanet olsun.

Diğer eliyle saçımı yakalayıp aşağı çekerek yüzümü havaya kaldırdı. Ve sonra dudakları, dudaklarımdaydı. Acı verici bir yanı yoktu. Ağzının içine
doğru inleyerek diline yer açtım. Bunun üzerine, ustalıkla, diliyle
ağzımı keşfe koyuldu. Hiç böyle öpülmemiştim. Dilim çekingen bir
tavırla onunkini okşadı; dokunma ve duygudan ibaret ağır, erotik bir dansta onunla buluştu. Çenemi kavramak üzere elini kaldırıp beni yerime sabitledi. Ereksiyonunu karnımda hissettim. Ah, Tanrım...
   Beni istiyordu. Christian Grey, Yunan tanrısı, beni istiyordu ve ben de onu istiyordum. Burada... Şimdi... Asansörde.
Kesik kesik kelimelerle, "Sen. O kadar. Tatlısın ki," diye mırıldandı.

   Asansör durdu. Kapılar açıldı ve göz açıp kapayana dek, benden uzaklaşarak beni havada asılı halde bıraktı. Takım elbiseli üç adam ikimize baktılar ve sırıtarak kabine girdiler. Kalp atışlarım tavana vurmuştu ve kendimi yokuş yukarı yarışmış gibi hissediyordum. Öne eğilmek, dizlerime tutunmak istiyordum, ama bu fazla bariz olurdu.
Ona baktım. Seattle Times çapraz bulmacasını çözmekle meşgulmüş gibi, çok sakin ve serinkanlı görünüyordu. Haksızlıktı bu.
Varlığımdan hiç mi etkilenmemişti? Göz ucuyla bana baktı ve nefesini usulca bıraktı. Ah, pekâlâ etkilenmişti ve içimdeki minicik tanrı, zafer sambasıyla usul usul salınıyordu. İş adamları ikinci katta indiler. Bir katlık yolumuz kalmıştı.
Bana bakarak, "Dişlerini fırçalamışsın," dedi.
"Senin fırçanı kullandım." Dudakları yarım bir gülümsemeyle büküldü.

“Ah, Aaron  Steele. Ben seninle ne yapacağım?"

  Kapı birinci katta açıldı ve beni elimden tutup dışarı çıkardı. Uzun adımlarla lobiyi aşarken, benden çok kendi kendine,

  "Bu asansörlerde ne var acaba?" diye mırıldandı. Ona ayak uydurmak
için debeleniyordum, çünkü aklım tamamen ve büyük bir zarafetle
Heathman Oteli'nin üç numaralı asansörünün zeminine ve duvarlarına saçılmıştı.

Grinin Elli Tonu (+18)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin