Bölüm aralarını bazen fazlasıyla uzatmama rağmen, çok uzun yazmamama rağmen inatla okuyan herkese teşekkür ederim, 5000 olduk! 🖤 Bunun şerefine bölümü hızlı yazıp getireyim dedim, keyifli okumalar.
11. Bölüm: Yüz Bin Yıl Geçmeyenler.
Mavi, Gözlerindeki Ay.
🪁
Derler ki; Bazı acılar ve insanlar, uğruna gözyaşı dökülmesini hak etmez.
Mahkûmsun yaşadığın her ânâ, o anların iyi veya kötü olacağı senin elinde değil sonuçta. Olanı düşünmeyi, olacağı düşünmeyi, olmayan düşünmeyi bırakmazsan kaybolan ruhlar, dönüp dolaşıp ayak bağı olurlar.
"Banu Hanım, nasılsınız?"
Karşımdaki hevesli ve sevecen ses, heyecanla "İyiyim Asalcığım, sen nasılsın, nasıl gidiyor?" diye sordu.
Gitmiyor demek istedim ama "İyiyim, teşekkür ederim." dedim. Ardından konuya giriş yaptım. "Kapak neredeyse tamamlandı, sadece font ve renk seçmemiz gerekiyor. Ben kapak üstünde güzel duran fontları size atacağım, onlardan birini beğenirseniz ya da özellikle istediğiniz bir font varsa deneyebiliriz."
"Sen en güzel gördüğünü yap, ben hepsine tamamım." demesini beklemiyordum.
"Güvendiğiniz için teşekkür ederim ama bu büyük bir sorumluluk, beğenmezseniz gerçekten üzülürüm." dedim bunun yanlış olduğunu anlatmak istercesine.
Banu Hanımla konuşmadan önce tabii ki onlarca font, onlarca ton denemiştim ve bir tanesini gerçekten çok beğenmiştim. Gönlümden onu seçmesi geçse de ben kafama göre koymak istemiyordum, ileride bir sorun oluşabilirdi.
Salonda bir sağa bir sola gezinirken "Bir sorun olmayacak, sen lütfen beğendiğini seç ve kapağı tamamlayıp bana son hâlini at. Ben senin zevkine güveniyorum." deyince olduğum yerde durdum.
Alt dudağımı dişlerken "Teşekkür ederim, öyle yapalım o zaman. Ben size en geç yarın akşam son hâlini atmış olurum." dedim mecburen.
Biraz daha konuştuktan sonra telefonu kapatmıştık. Saat 21.30 civarılarıydı, bacağıma yaptığı pansuman sonrası yemek yemiştik ve ancak bu saatte sonunda oturabilecektim. Bu sıra hep o, ona, onu diyerek 3. tekil kullanıyordum, çünkü ne diyeceğimi bilmiyordum. Kenan Hoca mı diyecektim, Kenan mı diyecektim? Onunla konuşurken sen'li konuşuyordum ama ismini söylemem gerekse ne diyeceğimi bilmiyordum.
Salonu büyük abajur lamba aydınlatıyordu, çok aydınlık değildi ve sarı ışık olduğu için göz yormuyordu. Salonun ortasında dururken ona bakmaya başladım. L koltuğun kısa tarafına oturmuş, kucağındaki kağıdı çiziyordu. Yanında da içi kağıtlarla dolu poşet dosyalar vardı. Sol tarafına oturduğumda "Ne yapıyorsun?" diye sordum.
"Sınavları okumaya başladım." dediğinde önündeki kağıda baktım ve bir sınav kağıdı olduğunu gördüm. Benim kağıdımı zaten okuduğu ve zaten aklımdaki puanı aldığım için merak edeceğim bir şey yoktu ama herkes sınavın zor olduğuna dair mırın kırın etmişti ve o hoca ek puanı geç, günahını vermez diyorlardı. Böyle bir insan olup olmadığını merak etmiştim.
Kağıdın üstüne yirmi dört yazdığını görünce "Ek puan veriyor musun?" diye sordum. Ek puan vermiş hâli yirmi dörtse, vermemiş hâlini düşünemiyordum.
"Benim dersimin sınavına zaten kalacağım kafasıyla giriyorsa bırakıyorum. Gerçekten çalışanın sınavını 40'tan 50 yaparım, 4. ve 5. performansları da girip bir şekilde geçiririm. Benim adaletim böyle işliyor." diye açıkladı. Sonra alayla "Gerçi bu okulda geçirmek için götümü yırtmama değer kimse yok, ben de kalanı bırakıyorum. Kalmak onların sorunu, benim değil." dedi.