Birinin aynı çatı altında olmamıza rağmen benden gideceğini hiç hayal edemezdim.
Annem beni doğurduktan sonra bir hafta içinde ölmüştü. Babamın kim olduğunu hiçbir zaman öğrenmemiştim zaten. Çok kısa süre içerisinde, en çok ihtiyacımın olduğu insanlar tarafından terk edilmiştim.
Geride bırakılmanın nasıl bir his olduğunu biliyordum yani.
Bu yüzden Jungkook beni orada öylece bırakıp gittiğinde kendimi yeni doğmuş bir bebek kadar savunmasız hissettim. Saatlerce hiç hareket etmedim, uzunca ağladıktan sonra gözyaşlarım durulsa da sessizce durdum orada. Kısa süre sonra Seokjin aramalarına dönmediğim için kapıya kadar gelip tıklattı sırtımın hala yaslı olduğu kapıyı ama açmadım, ses bile çıkarmadım. O da kısa süre içinde gitti zaten. Çantamın içindeki telefonun rahatsız edici titreme sesleri de hemen ardından kesildi. Evde hiçbir ses kalmadı.
Sabaha karşı Atlas uyanıp yanıma geldi, normalde kapısını kilitlememiz gerekirdi fakat dün gece Jungkook da gider diye açık bırakmıştım. Uykulu gözlerini yumruk yaptığı minik elleriyle ovuştururarak yanıma yaklaştı. Hiçbir şey demeden, kendimi sardığım kollarımın arasında bulduğu aralıktan bir şekilde kucağıma oturup sımsıkı sarıldı bana. Ben tekrar ağlamaya başlayınca da yorgun gözlerimden öpüp durdu beni. O beni öptükçe daha çok ağladım, Atlas hiçbir şey demeden tenimi sevdi ve yanımda durdu öylece.
O gün Jungkook eve hiç gelmedi. Nerede olduğunu çok merak etsem de onu aramadım. Gün iyice doğduğu sırada kalkıp küçük, henüz birkaç gün önce evden getirdiğim çantamı geri topladım. Atlas'a veda etmeye gidecekken kapı açıldı, Jungkook geldi. Uzun saçları dağılmış, üzerindeki tişört oldukça kırışmıştı. Hiç uyumamış gibi duruyordu o da, kapıyı açtığı an yorgun ve darmadağınık olmuş iki beden birbirimize baktık, tek kelime edemedim.
Tam o sırada gözleri elimdeki çantaya kaydı. Yüz ifadesindeki gerginliği o kadar net sezdim ki, gevşeyen kaşları sinirle çatıldı bu sefer, yaşadığımız an hakkında bir şeyler konuşacağımızı, sonrasında ise birbirimize veda edeceğimizi sandığım an ise Jungkook bir kere daha şaşırttı beni.
"Dün gece çok içmiş olmalıyım, kafam uçmuş sızıp kalmışım bir yerlerde," dedi. Kaşlarım şokla havalandı. O ise gözlerini kaçırıp devam etti konuşmaya. "Festivali de kaçırdık benim yüzümden, kusura bakma."
Ne yaptığını anladığım an, halihazırda savaşmaya çalıştığım o çirkin hislere bir başkası eklendi. Yüzleşmekten korkuyordum, öpüştüğümüz için bir şeyleri öylece yok da sayamazdık, bunu da biliyordum. Bize nelere patlayacağını düşündükçe deliriyordum fakat bu çok daha beter hissettirdi bana o an.
Jungkook hatırlamıyormuş gibi davrandı.
Gözlerim doldu. Elimdeki çanta kayıp gitti. Jungkook ceketini çıkarırken havadan sudan konuşuyormuş gibi rol kesti. Hiçbir şey olmamış gibi, dün dakikalarca beni öpmemiş gibi, beni yanından kesin bir dille ittikten sonra şimdi Atlas'ın nasıl olduğunu sormuyormuş, boynunda sadece birkaç saat öncesinde beni nefessiz kalana öperken bıraktığım tırnak izlerini hala taşımıyormuş gibi gibi davrandı. O zeki bir çocuktu, ne yaptığını bilirdi ve yaptığı şeyler bana her ne kadar berbat hissettirse de en doğrusuydu aslında ama yine de midem kasılıp durdu o karşımda öylece konuşurken.
Birbirimizden tamamen gitmeyelim diye aramızdaki kırmızı ipleri söküp attı. İki aptalı oynayalım ve bütün bunları görmezden gelelim istedi, hiçbir zaman onu terk edecek cesarete sahip olamadığım için ayak uydurdum ben de. Zavallı gibi hissettim, hiçbir umut kalmadığı halde sırf ona yakın olayım, suretini uzaktan göreyim, kokusunu az da olsa anımsamaya devam edeyim diye benliğimi hiçe sayarken bir zavallıya büründüm ben.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
atlas | taekook
Fanfiction"Sen," diyorlardı ona. "Sen bir çocuğu katlettin," O ise susardı. Hayır, demezdi. Yapmadım da demezdi. Hoş, dese dahi kimsenin inanmayacağına emindim zaten. Delil yetersizliği yüzünden hapiste çürümekten son anda kurtulmuştu o, kuru sözüne inanmazdı...