Soğuk hastane koridoru, kapıda sıra olmuş basın, formasına bulaşmış kan lekeleri, onu tek başına, gözlerimdeki yaşlarla bekleyen zavallı bedenim.
Üç gün oluyordu. Jungkook'un tamamen mucize eseri, bunu doktorun ağzından bizzat duymuştum, beyninin oksijensiz kaldığı sürede hasar almadan atlatmasının üzerinden, o koridorda titreyen bedenimle beklememin üzerinden, Jungkook'un beni neredeyse terk etmesinin üzerinden, sevdiğimin kalp atışlarının bedenine çarpmamasının üzerinden tam üç gün geçmişti.
Defalarca kez, özellikle Jungkook'un hayatına girdiğim o ilk saniyeden itibaren, sonumun geldiğini düşündüğüm olmuştu. Dayım tarafından dayak yediğimde, annemle ilgili gerçekleri öğrendiğimde, Jungkook'un apartman dairesinde kaybolan o küçük çocuğu gördüğümde, sevdiğim tarafından hapsedildiğimde, o darp edildiğinde, bir bıçağı dayımın boğazına dayayacak kadar delirip gittiğim anda, her seferinde tamam demiştim. Bu sefer gerçekten bittim, bundan daha beter ne olabilir ki?
Fakat bu sefer gerçekten de, Jungkook'un kalbinin durmasından daha beter ne olabilirdi ki?
Bu sefer son olduğunu biliyordum. Hayatım bitmese de berbat bir finalle sıfırlanmış, ben sevdiğim çocuğun cansız bedeniyle kanlar içinde o koridorda yardım için henüz reddettiğim tanrıma yalvarırken her şey en başa sarmıştı. Umut yoktu, ışık yoktu, hayatım kapkaranlıktı artık. Onun nefesi hayatımın bağlı olduğu o ince ipti sanki. Başka yaşam sebebim, başka düşüncem yoktu. Zihniyetim körelmiş, Jungkook'un kalp masajı esnasında sarsılan cansız bedeni bütün varlığıma yüklemişti kasvetini. Düşünemiyor, sağlıklı davranamıyordum.
Ben üç gündür her nefes alışımda bir kere daha ölüp bitiyordum.
Mahvolmuştum. Onu hastane yatışının ardından bu eve getirdikten sonra, yalnız başıma oturduğum karanlıkta boğazıma dolanmış o sıkı iplerin esiriydim sanki. Jungkook benimle konuşmuyordu. Odasından çıkmıyor, ben içeri girdiğim an uyuyor taklidi yapıyor ve ıslak kirpiklerini benden gizlemek için sımsıkı yumuyordu. Geceleri ben onun başında, onu uyaran ben değilmişim gibi paketlerce sigara içip nöbet tutarken uyuşturucu etkisine sahip ilaçlarına rağmen zar zor uyuyordu. O sureti her zaman çatık, ben bir buçuk kişilik yatağının önüne çektiğim sandalyede onu izleyip sabahı ederken bir saniye olsun yumuşamıyordu.
Kim olduğumu, neye ait olduğumu anımsamıyordum bile. Beni delirtecek, berbat şeyler yapmaya itecek kadar kaybetmiştim ben kendimi. Onu hastaneden çıkarırken birikmiş basının ve insanların sesleri, görüntüleri birer tokat edasıyla yüzüme çarpıp duruyor, hakkında atılan tweet ve yazılan makaleleri düşünürken yaktığım sigaranın parmaklarımı yakıp geçene kadar dalıp gitmeme sebep oluyordu. İyiye giden tek bir şey yoktu, bizim kırık dökük evimize güneş bile doğmuyordu artık.
Benim sevgilim artık gülümsemiyordu.
Atlas'ın onunla konuşmayan, yüzüne bakamayan Jungkook'un hasreti ve üzüntüsüyle kestiği yeme içmesi de, küçücük, pencereleri kırık, soğuk evimizin solan renklerinden sadece bir tanesiydi. İçime çekip durduğum bu illetin ciğerlerimi kurutması gibi bir bir sönüp gitmişti bizim ışığımız. Hayat yoktu, umut yoktu. Tek dayanağım, delirmiş gibi bütün gece izlediğim o inip kalkan göğsünü dolduran nefesiydi yine de. Başkası, ötesi, berisi kalmamıştı. Bu hayatta, ucunda varlığımın sönmesi uğruna da olsa onun içine çektiği nefes benim benliğimin tek sebebiydi. Üç gecenin her birinde, sırf nefes alıyor diye dakikalarca girdiğim ağlama krizleri benim nefeslerimi kesse de yönetmek istediğim bir durum değildi bu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
atlas | taekook
Fanfiction"Sen," diyorlardı ona. "Sen bir çocuğu katlettin," O ise susardı. Hayır, demezdi. Yapmadım da demezdi. Hoş, dese dahi kimsenin inanmayacağına emindim zaten. Delil yetersizliği yüzünden hapiste çürümekten son anda kurtulmuştu o, kuru sözüne inanmazdı...