Sonradan öğrenmiştim ki, Jungkook olabildiğince hızlı bir şekilde gelebilmek için pikabı ile gelmişti o sokak arasına.
Birbirimizden oldukça uzak, bana kilometrelerce hissettiren bir mesafede pikabına doğru yürümüştük. O sürücü koltuğuna oturduğunda yanına oturmamı beklediğini biliyordum ama o an ona yakın olmak düşüncesi bir şekilde yanlış hissettiriyordu. Her şeyi duymadan önce ona olan hislerimin objektifliğimi kaybettirmesinden korkuyordum sadece. Bu yüzden onun aksine pikabın kasasına oturduğumda amacım eve gidene kadar biraz kafamı toplamaktı fakat aracın birkaç dakika hareket etmemesinden anladığım kadarıyla bu yaptığım, Jungkook'u dumura uğratmıştı.
Sonrasında arabayı çalıştırmış, artık çiselemeye başlayan yağmurun altında sürmüştü onu. Oturduğum kasanın ön tarafını gösteren camdan onu izlemiştim başımı arabaya yaslamışken. Gitgide uzayan, ıslandığı için biraz daha dalgalanan saçlarını ensesine dökülüyordu. Yüz ifadesini dönmesi gereken köşelerde yola bakmak için çevirdiği başı harici pek göremesem de durgun olduğunu biliyordum. Öylece kasada oturmuş olacakları beklerken ben de öyleydim çünkü. Korkuyordum, şoka girmiş kadar tepkisiz duran bedenimin aksine içimde fırtınalar kopuyordu sanki. Bu bir yüzleşme miydi, veda konuşması mıydı bilmiyordum çünkü.
Pikap durduğunda, beklediğimin aksine evinin önünde değildik. Hava iyice kararmış, soğuk kendini oldukça belli ediyordu. Durduğumuz yer ufuk çizgisini gösteren bir tepeydi. Etrafta ağaçlar, yamaçlarında karanlığa rağmen ay ışığının gösterdiği soluk çiçekler vardı. Kafamı yasladığım yerden kaldırıp etrafa çatık kaşlarımla baktıktan sonra bakışlarım hala ön koltukta oturan Jungkook'a dönmüştü. Kafasını eğmiş, direksiyonu kavrayan ellerine yaslamıştı. Sakinleşmeye çalıştığını, yavaşça da olsa sertçe inip kalkan sırtından anlamıştım. Birkaç saniye sonra önce yavaşça kafasını doğrultmuş, ardından inmişti pikabından.
Kapanan kapının sesi ile bedenim öyle bir hızla gerilmişti ki, sanki henüz bu sabah çarşafların altında, onun bedeninin yanında uyanmamış gibiydim. Yabancı bir his bu soğuk atmosfere yayılıyor, Jungkook arabanın arkasına doğru gelirken bedenimi bulunduğum köşede yapabildiğim kadar küçültmeme sebep oluyordu.
Dizlerimi kendime çekip kollarımı etrafıma sardığım anda Jungkook tam kasanın önünde durmuştu. Bakışlarımız kesiştiği an kızarmış gözlerinden kaçırdım benimkileri. Bu bakışı, gözlerinin büründüğü o burukluğu bilirdim. Ağlamak istediğinde hep bu ifade yer edinirdi suretinde. Öyle ki, bir kere bile görmemiştim gözlerinden akan yaşları.
"Evine gideceğimizi zannediyordum," dedim bakışlarımı ondan uzak tutmaya devam ederken. Jungkook tıpkı benim gibi kasaya atlamış, bedenimi yan bir şekilde yaslayan benim aksime o sırtını yaslamıştı arabanın arka yüzeyine. Bir ayağını uzatıp diğerini kendine çekerken hemen önümdeki bedenini izliyordum. Bir eli kendine çektiği dizinin üzerine yerleştirken boğazını temizledi. Öyle döndü bakışlarım ona.
O karşıya, koyu bir turuncunun ayırdığı ufuk çizgisine bakıyorken benim bakışlarım hemen önümde, onun yan profilindeydi.
"Burası annem ve babamın gömüldüğü yer," kısık, kırgın bir sesti bu. Bana bakmadan konuşmaya devam etti. "Onların önünde sana yalan atmam. Burada konuşalım o yüzden."
Dizlerime sardığım kollarım, güç almak istermiş gibi sertleştirdi tutuşunu. Dediklerini idrak etmeye çalışırken Jungkook başını eğmiş, araladığı dudaklarının arasından titrek bir nefesi vermişti dışarıya. Ardından tekrardan kaldırdı bakışlarını, galaksileri yine ufuk çizgisindeydi.
"Seokjin miydi?" sormak istediği şeyin en öz haliydi bu. Bana bakmadan bekledi cevabımı. "Evet," dedim. "Hwan'ın mezarına götürmek istedi beni. Cesaret edemedim."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
atlas | taekook
Fanfiction"Sen," diyorlardı ona. "Sen bir çocuğu katlettin," O ise susardı. Hayır, demezdi. Yapmadım da demezdi. Hoş, dese dahi kimsenin inanmayacağına emindim zaten. Delil yetersizliği yüzünden hapiste çürümekten son anda kurtulmuştu o, kuru sözüne inanmazdı...