Yıllar önce....
Soğuk zemine yasladığı bedenini baştan sona saran karıncalanma hissi gözlerinden akan yaşları durduramamıştı küçük çocuğun. Kalbinin sancıdığını hissedebiliyordu. O yumruğu kadar olan et parçasının binlerce parçaya bölünerek etrafa dağıldığını biliyordu. Zihnine, göğsüne, kollarına ve uzandığı zeminin her bir köşesine. Toparlayacak gücü yoktu. Kendisini o kadar yorgun ve bitkin hissediyordu ki elinde olsa tam şu an zamanı durdurup o saat diliminde sıkışıp kalmayı isterdi. Kalbinin kırıkları ve kendisi bir bütün haline gelene kadar orada kalmak ve dipsiz bir uykuya dalmak.
" Benim annem güzel annem. "
Dudakları arasından fısıltılı bir ses tonu ile dökülen kelimeler karanlık odanın içerisinde uçarcasına dağıldı. Yeşillerinden dökülen damlalar yanakları boyunca ince bir şerit çizerek fayans zemin üzerine intihar ediyorlardı. Camın ardından görünen gökyüzünün üzerinde beyaz bir ışık patlarken " Beni al kollarına. " diye devam ettirdi kreşte öğrendiği şarkısını.
Evrende her şeyin bir sebebi olduğuna inanıyordu. Yaşadığı olayların, hissettiği duyguların ve karşılaştığı tüm insanların, evrenin uzak köşelerinde birbirine bağlanan sebepler zincirine dayalı olduğunu düşünüyordu. Öyleydi. Öyle olmalıydı.
Her şeyin bir sebebi varken pekala pek çoğunun bir sonucu yoktu. Karşılaştığı bazı insanlarla kurduğu ilişkiler bir sonuca bağlanmıyordu mesela. Bir sonu veya bir devamı olmuyordu. Arada kalıyordu. Hissettiği çoğu duygunun da bir sonucu yoktu. Korku her daim vardı. Her an ve her saniye. Ama gitmiyordu. Bir sonuca bağlanmalı ve kendisinden ayrılmalıydı, kendisini rahat bırakmalıydı. Ama olmuyordu işte. Varlığını devam ettiriyordu. Hem de eskisine oranla daha büyük bir şiddetle.
" Kucağında uyut beni. "
Korkuya eşlik eden diğer bir duygu ise derin üzüntüydü. Tam dört ay öncesinde tanıştığı bu duygu bir türlü bırakmıyordu peşini. Gece gördüğü korkutucu kabuslarla uyandığında, yemekhaneden çıkan ve eskiden annesinin elinden yemeyi en çok sevdiği patates yemeğini gördüğünde, saçlarının uzadığını fark ettiğinde. Tüm bu olaylara göğsündeki sarsıcı üzüntüyle eşlik ediyordu küçük çocuk.
" Ninniler söyle yine. "
Saçları uzamıştı yine. Bu sabah dolu gözlerle incelemişti siyah tutamlarını. Ne de çok isterdi siyah tutamlarının eskisi gibi annesinin parmakları arasında okşanmasını. Ne de çok isterdi o eski mutlu günlere dönmeyi. Ne de çok isterdi tekrar annesinin yanında olmayı. Onun koynunda, temiz çiçeğimsi kokusunu solurken derin ve huzurlu uykular uyumayı.
Ama eskide kalmıştı. O mutlu günler yerini kabuslara bırakmıştı. Annesi yoktu mesela artık. Kendisinden kilometrelerce uzaktaki bir şehirde, toprağın altındaydı. Çiçek kokulu annesi şimdi toprağın eşsiz kokusuyla bir aradaydı. Zübeyde hanımın bedeni en sevdiği kokunun kaynağına karışmıştı şimdi.
Biricik oğlunu geride bırakmıştı. Güzeller güzeli Enes'ini dünyanın zalimliğiyle baş başa bırakmıştı. Bunu istememişti aslında. Zorlanmıştı buna. Kocası tarafından gördüğü bedensel ve zihinsel şiddetlerdi onu buna iten. Yoksa o da istemezdi Enes'inden ayrılmayı. Hem de hiç istemezdi.
" En çok kokunu özledim anne, " diye fısıldadı Enes avuçları içinde tuttuğu başörtüyü sıkarken. Annesinden geriye kalan sadece bu başörtüydü. Beyaz renkteki başörtünün rengi Zübeyde hanımın bulaşan kanı sebebiyle koyu kırmızı bir tona bürünmüştü. Her ne kadar başlarda annesinin kokusunu taşısa da bu başörtü, dört ayın getirisiyle olsa gerek solmuştu aşığı olduğu koku.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
MAYSA (bxb)
General FictionMaysa'm:Nasıl tek bir hareketinle tüm mahalleyi kasıp kavurabilecek güçteyken benim karşımda böylesine sütten kesilmiş zavallı bir kediye dönüşüyorsun çözemiyorum Miran.