Eğer bir dilek hakkım olsa ne dilerdim? Bu yaşadıklarımın yaşanmamış olmasını dilerdim, delirmiş olmayı, her şeyin kafamda kurduğum bir oyun olmasını dilerdim. Sevdiğim insanları kaybediyordum, teker teker. Ben kötü müydüm de bunlar başıma geliyordu ya da iyi miydim de zor geliyordu çoğu şey? İyi olanlar acı mı çekerdi yoksa masallardaki gibi her zaman oyunun sonunda hep iyiler mi kazanan mı olurdu? Tanrı'nın 'düzen' diye adlandırdığı oyun neydi?
Son hatırladıklarım siren seslerinin uğultuları, Aygün Hanım'ın; Güney, Yeşim, Meral ve beni Sinan'dan uzaklaştırmasıydı. Sonrasında ise bizi Arif Dede'nin evine götürmüşlerdi. Koca salonda Güney, sehpanın etrafında volta atıp duruyordu. Arada oflayıp pufluyor, homurdanıyordu. Meral, tekli koltuğa oturmuş zaten yiyerek bitirdiği tırnaklarını fare gibi kemirmeye çalışıyordu. Yeşim televizyonun yanındaki koltuğa oturmuş bir kolunun dirseğini dizinin üstüne koymuş, diğer dizini de sallıyordu. Ben ikili koltukta oturmuş duvara odaklanmış gözlerimi neredeyse hiç kırpmadan bakıyordum.
"Boşuna bekliyoruz." Deyince Güney gözlerimi duvardan ayırıp ona baktım. "Burada olmamalıyız, kafayı yiyeceğim burada. Neden gitmemize izin vermiyorlar? Neden bizi burada tutuyorlar? Her şeyin suçlusu o adam. Bütün bu olanlara neden olan kişi o. Bir de o pisliğin nasıl olur da izini kaybedebiliyorlar?" sözler ağzından tükürerek çıktı. Sinirden saçlarını karıştırıyor, dudaklarını kemiriyordu.
"Yapamayacağım ben, burada elim kolum bağlı duramam." Koltuktaki deri montunu alıp çıkmaya yeltendiğinde Yeşim onun kolunu tutup durdurdu. "Ne yapacaksın? Ne değişecek?" Güney sinirli yüzünü Yeşim'e çevirdi. İkisinin de yüzü kayıtsızdı.
"Burada volta atmaktansa onun yanında volta atarım daha iyi. En azından bir şey olacaksa duymuş olurum. Yanında olurum. Burada elimin kolumun bağlı olmasındansa gidip aramak daha iyidir, bulursam da ne yapacağımı kimse için önemli değil ama şu var ki ölmek için yalvaracağını kulaklarımda işiteceğim."
Güney dişlerinin arasından konuşmuştu özellikle son kelimelerini bastıra bastıra söylemişti. Yeşim, Güney'in tavrından kaskatı kesilmişti korkudan çünkü Güney o kadar sinirlenmişti ki bakışıyla bir insanı öldürecek olsa katliam çıkacaktı. Aslında siniri ne Yeşime ne başka birineydi. Onu hiç böyle görmemiştim. Çoğu şeye kızgındı, sakinleşse iyi olacaktı yoksa duygusal olarak birimizin ya da hepimizin kıracaktı.
"Öhöm öhöm" kapı tarafından gelen yalan bir öksürük kafalarımızı o tarafa çevirmemize neden oldu. Kapı tarafında tanımadığımız; 50li yaşlarının Sonlarında, beyazlamış kirli sakalı, ağarmış ve biraz dökülmüş saçları, biraz da göbeği olan; Mavi gömleği, lacivert pantolonu ve lacivert ceketiyle efendi bir hali olan tanımadığımız yaşlı adam vardı. Bize dönerek önce selam verdi.
"Hoş geldiniz kızlar. Aniden geldiğim için kusuruma bakmayın. Ben Güney'in büyükbabasıyım." Dedi "Güney, nereye gittiğini söyler misin?" Güney, Yeşim'den kolunu kurtardı, deri montunu giyerken büyükbabasına baktı. Yüzü biraz bile gevşemedi. Hâlâ çenesini sıkıyordu.
"Gitmem gerekiyor, burada hiçbir şey yapmadan durmaktan sıkıldım. Görüşürüz." Dış kapıya doğru giderken yaşlı adam "Üzgünüm genç adam ama gidemezsin." Dedi. Bir hışımla Büyükbabasına doğru döndü.
"Yeter, bana ne yapacağımı söylemeyi KES ARTIK!" sesi bir kükremeden daha kuvvetliydi. Öyle hiddetlenmişti ki Güney şakağındaki damarlar belli oluyordu. Yumruğunu öyle fazla sıkıyordu ki kolu kızarmaya başlamıştı. Resmen kızgın bir boğa gibiydi. Güney'i hiç böyle tanımamıştım. Onu hiç bu haliyle görmemiştim. Sanki karşımdaki kişi bu o Güney değildi. Güney'in büyükbabası bu sefer yumuşak tavrını takınmadan kayıtsızca sesi soğuklaştı.
"Güney. Yapabileceğin hiçbir şey Sinan'a fayda sağlamaz. Durumun ciddiyetinin farkında değilsin, kendinde değilsin. Herkesi tehlikeye atarsın." Tehlike derken neyi kastetmişti, hiç anlamamıştım. Güney sıktığı elini gevşetti. Derin bir nefes aldı, gözlerini kapattı. Zar zor dişlerini gevşetti. Aldığı nefesi verirken kaşı seğirdi. Yumruğunu gevşettiğinde kızaran kolunda iki kıvrımlı boynuz dövmesi olduğunu fark ettim. Geyik boynuzu.
Çelik kapının kapanma sesi odadaki herkesin dikkatini o yöne çekti. Herkes o kadar dalmıştı ki eve birilerinin girdiğini fark etmeyecektik. "Bir sorun mu var?" gelen kişi Akın Amcaydı. Yanında gelen tekerlekli sandalyede Arif Dede vardı. "Sinan'ı görmek istediğini biliyorum Güney." Dedi Arif Dede. "Nedenini de anlıyorum. Fakat zorunda kalınacak bir durum olmasa buna engel olmam." Güney başını aşağı indirdi, ağzının içini kemirdi. "Biliyorum." Sinan'ın durumunu sormak için atıldım. "O şu an nasıl?" Arif Dede'nin gözleri bana çevrildi. Dikkatle ve anlayışla baktıktan sonra cevap verdi.
"Endişelenme kızım, neyse ki korkulacak kadar ciddi bir sorun yok." o zaman bahsettiği tehlike neydi? Neden gidip yanında olamıyorduk.
"Doktor muhtemelen yarın kendine geleceğini söyledi. Yarın sabah gelirsiniz. Geç oldu en iyisi yurda geç kalmadan Ali sizi bıraksın" onay anlamında başımı salladım. Yeşim dikkatle izlediği Güney'den gözlerini ayırdı. Meral'e işaret etti. Meral "Tamam" anlamında başını salladı
"Baba, Ali çıkmıştır bu saate kalmaz. Kızları en iyisi ben bırakayım." Arif Dede anlayışla karşıladı. "Kızlar sorun etmezse tabi ki." Meral ceketini giyerken Akın Amca'ya baktı.
"Rahatsızlık vermeyelim size." Akın Amca gülümsedi "Estağfurullah. Ben dışarıdayım siz geledurun." kapı yanından anahtarları aldı dışarı çıktı. Ceketimi giydim. Biz kapıdan çıkarken Güney seslendi. "Yarın görüşürüz." ona baktım oysa onun bana değil de Yeşim'e baktığını fark ettim. Yeşim ona bakmadan kapıdan çıkarken cevap verdi. "Görüşürüz." Güney'in yüzüne ufak bir gülümseme oluştu ama kısa sürdü. Kapıyı arkamdan kapattım.
*
Yurdun arka kapısından gizlice girmeye çalıştığımızda maalesef Hedoş'a yakalanmıştık. İyi bir fırça çekmişti. Neden geç kaldığımızı elbette ki açıklayamamıştık. Her hâlükârda bize kızacaktı. En azından bunu Hayra Hanım'a söylemeyecekti. Bize kızmasa aslında Hedoş çok yufka yürekli, anaç ve aslında bizi çok seven birisiydi. Tombul yanakları, kısa boyu ve balık etli oluşuyla gayet tatlıydı.
Yatağımda oturmuş olanları düşünüyordum. Cinayeti, suçu ört pas edişimizi, üvey babamın neredeyse yakalanacak oluşunu, yanılsamamda gördüğüm o kadını... aklım darmadumandı. Cevaplanmayı bekleyen tonlarca soru, endişe, korku, kaygı, bu zamana kadar temiz sıyırmadıysam gayet iyi galiba. Ve o kadın, kütüphanede bayıldığımda gördüğüm o kadını artık o zamandan beri rüyalarımda görüyordum. Siyah uzun saçları ve zarif bir vücudu vardı ama yüzünü göremiyordum. Çoğunlukla ya sanki benimle konuşmaya çalışıyordu ya da çığlık atıyordu. Benimle konuşsa bile tam olarak anlayamıyordum onu. Sesi her zaman sanki suyun altındaymış gibi boğuk oluyordu.
"Sizce bizden bir şey mi saklıyorlar?" Meral'in sesiyle irkilip dalgınlığımdan ayrıldım. "Bence sakladıkları çok fazla şey var." diye cevap verdi Yeşim yatağında yatarken. "Özellikle de bahsettikleri o saçma tehlike." tavana bakarken gözlerini devirdi.
Bileğimde Sinan'ın verdiği bileklikteki kırlangıçları inceliyordum. Başımı kaldırıp ikisine baktım. Yeşim tavana dikili gözlerini oradan ayırmadı. Meral, Yeşim'in karşısındaki yatağında dirsekleri dizlerine dayamış şekilde oturuyordu. O kadar şey olmuştu ki, bazen gerçekten gördüklerimi ayırt edemiyordum. Gerçek ya da sahte olup olmadığını. Şundan emindim geçecekti, geçecek. En azından umut da böyle değil miydi, bir gelip bir giden. Ama aslında hep var olan
*
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bekçi ve Cadı
FantasyEfsanelere inanır mısınız? Kurt adamlar, vampirler gibi peri masallarından söz etmiyorum. Gerçek denge ve uyumdan söz eden efsanelerden bahsediyorum. Tanrı, Dünya'yı var ettiğinden bu yana dengeyi korumak için 5 Bekçi soyu seçti. Umut, Bilgelik, Güç...