''Hoş geldin, dostum!''
NİLÜFER
Odamdaydım. Babam eve telefon etmiş ve akşam yemeğini bir arkadaşının evinde yiyeceğimizi söylemişti. Hasta olduğumu veya sınavlarım olduğunu bahane edebilirdim. Ama yapmadım. Gidecektim. Çünkü İbo amca da gelecekti. Ondan disiplin kurulunun neler düşündüğünü öğrenebilirdim. Bana söylemese bile mutlaka babama bir şeyler söyleyecekti ve o sırada onları dinliyor olmam benim için zor değildi. Kötü bir öğrenci olmuştum. Öğretmenlerim artık beni sevmiyordu. Bakışlarından hissedebiliyordum. O gün Ehad'ın konumuna düşmüştüm. Belki de uzun zamandır öyleydim, fark etmemiştim. Sınıftaki arkadaşlarımda bana inanmıyordu. Daha önce de inanmamışlardı. Evet, haklısın hiçbir zaman benim yanımda olmamışlardı. Ama Can, en azından benimle konuşmuşlardı. Kızmışlar, yargılamışlar, dalga geçmişler, yanlış yaptığımı yüzüme söylemişlerdi. Bunları yapsalar da yine en çok bana güvenmiş, başları belada olunca ilk bana koşmuşlardı. Şimdi görünmez olmuştum. Benimle ilgili tek kelime etmiyorlardı. Arkamdan konuştuklarını dahi düşünmüyorum. Hayır, sınıf defterinden silinmemiştim, hiç yazılmamış gibiydim. Onları korumak için her şeyi yapabileceğim arkadaşlarım, kendilerini benden korumak istiyorlardı. Nedense hayatımı doğru yaşamaya çalıştığımda daha fazla dışlanıyordum. Her şeyi itiraf etmeyi ve suçu Ata'ya yıkmayı çok düşündüm. Yapamadım. Ben yine de arkadaşını koruyan biri olmak istedim. Koruyabileceğim biri olması kurtaramadıklarımın acısını hafifletiyordu. Üzerimi değiştirdikten sonra salona geçtim. Soğuk günlerde uzun kollu kıyafetler giyebiliyordum. Kolumdaki jilet izleri örtünüyordu. Peki, yazın ne yapacaktım? Artık kapatıcılar bile izleri saklayamıyordu.
Kolumun üzerindeki izler, ağlarını ördükten sonra kusursuz olmadığı için çıldıran bir örümceğin kendi dişleri ile emeğini parçalamasına benzemişti. Yere düşmeden önce boşluğa saçılan ağ parçaları gibi, kolumdaki izlerinde görünmemesi gerekirdi. Ama görünüyordu. Belki de ben, parçalanmış ağları tekrar birleştirmek için uğraşan kişiydim. Kusursuz olduğunu düşündüğüm için kaybolmalarına izin vermiyordum. Ya da kabul etmem gereken başka bir gerçek vardı. Kusurlarım. Kolumun üzerinde parçalanmış ağ parçalarını bir arada tutmamın tek bir amacı vardı. Her ne kadar beceriksizce örülmüş olsalar da örümcek ağları gibi yapışkan olup, avını yani acıyı kaçırmamak istiyorlardı. Hiç şüphesiz ruhum, acıyla besleniyordu. Benim kusurum buydu. Daha fazla acı diyordu. Daha fazla acı istiyorum. Seni nefessiz bırakacak acıyı ver bana diyordu. Ruhumun açlığını, her zaman ki gibi odaya giren annem susturdu. Annemle birlikteyken oruç tutuyordum sanki. Acının orucunu. Bana baktığında ruhumda zerre acı bırakmıyordu. Acıya aç ve açlığa sabırlı oluyordum. Annem elimden kumandayı aldıktan sonra kardeşimi bulmamı söyledi. Yusuf okuldan sonra eve girmeden arkadaşları ile oyuna dalmıştı. Sekiz yaşındaydı, oyun oynamakta haklıydı ama bu velet hiç ders çalışmıyordu. Okul çıkışlarında şimdi olduğu gibi geç saatlere kadar arkadaşları ile takılır ve paşanın gönlü ne zaman isterse o zaman eve gelirdi. Somurtarak dışarı çıktım, Yusuf'un üzerinde ki formayı değişmesi gerekiyordu. Ancak çocuklarla birlikte körebe oynamaya daldım. Babam gelene kadar saatin nasıl geçtiğini fark edememiştim.
''Hala oyun mu oynuyorsunuz? Yusuf çabuk çık üzerini değiştir.'' Dedi Babam. Benim de geleceğimi öğrenince şaşırmıştı. Şimdi orada bir saçmalık yapacağımdan korkuyor bile olabilirdi. Tedirgindi çünkü. Babam bu gün fazlasıyla tedirgindi. Yusuf da hazır olduktan sonra evden çıktık. Misafirliğe gittiğimiz ev iki katlı müstakil ve oldukça gösterişli bir evdi. Kapıyı koyu kahve gözleri olan bir kadın açtı. Bu gözleri nereden tanıdığımı düşünürken o geldi.
''Nil neden bu kadar geciktiniz?'' Dedi Peri. Beni her gördüğünde kocaman sarılması ve çocuk gibi kahkaha atması sinirimi bozuyordu. Onu burada bulmayı ummadığım için daha çok sinir olmuştum.