İKİNCİ BÖLÜM Özgül Kızıl, İki sene önce
''Sesin Ğ'siydim ben. Var olabilmek diğerlerine muhtaç, tek başıma aciz, tek başıma hiçtim ben. Önceliği olmayan, sessizlerinde ıssızı, yutulmaya mahkumdum ben.
Yine de, hiçken de, mühim iniltiydim. Olamazdım ya ağrısız ben, olamazdı ağrı bensiz. Diğer nice ender kelime gibi... ''
Bir otel odasındaydım. Kimsesiz ama yalnız olmadığım bir otel odasında ağlıyordum. Gerçekten kimsesiz miydim? Öyleydim, tabii ya. Dün gece ailemi terk etmiştim. Yine de şimdi çıksam pişmanım hata yaptım desem, yine de kabul etmezler miydi beni? Eskisi gibi. Bir baba evladını öldürebilir miydi? Bir anne nasıl göz yumardı buna? Hayır çıkamazdım. Artık yalnız değildim. Artık kimsesizdim. Bir evladın sahip olması gerekenleri aşkta harcamıştım. Babamın rızasını ve annemin duasını... Bir adam elbette öldürebilirdi, tanımadığı bir kızı... Ve bir kadın elbette göz yumabilirdi, tanıdık olan ölüme.
Evlilik hayallerini katıldığı ilk düğünde kuran kızlarla arkadaşlık yapmıştım. Ama bir kez olsun gelinlikle evimden çıktığımı hiç hayal etmemiştim. Çıkmayacaktım ki ben o evden. Babamın dizinde oturup, annemi kıskandıracaktım. Ağlıyordum, ama hayır işlediğim günahlar için gözyaşı dökmüyordum. Ben evimden çıkmıştım. Nasıl çıktığımın ne önemi var! Şimdi ne olacaktı? Arkadaşlarım gibi belki bende beyaz giyecektim. Ama giydiğim gelinlik değil, kefen olacaktı. Belime kırmızı kuşak bağlanmayacaktı. Yine de kırmızı sarılacaktı bana, kanımla kuşatılacaktım. Babam elini öptürmeyecekti. Olsun. Onun parmaklarının dokunduğu mermi kalbimi öpecekti. Annem... Annem arkamdan dua etmeyecekti, Yasin okuyacaktı. Belki de hiçbiri olmayacak ve bir hiç olarak yaşayacaktım. Peki ya onlara ne olacaktı? Annem ve babam hiç olmamışım gibi mutlu olabilir miydi?
Karnıma dokundum. Kalbim artık ritme uymuş ve sessizliği takip etmişti. Ama karnım orada bir şey vardı. Susmasını isteyemezdim. Yalnız değildim, karnımda bebeğim vardı. Nasıl biri olacaktı? Acaba o da beni terk eder miydi? Hayır etmeyecekti. Ben ona istediği zaman gidebilmesi ve ne olursa olsun geri dönebilmesi için evimin anahtarını verecektim. Babam gibi anahtarı boynumda taşımayacaktım. Babam avukattı, üniversite eğitimi almıştı. Hukuk, adalet bilirdi. Çok okur ve okuduğundan daha fazlasına tanık olurdu. Ama eminim şu anda belinde bir silahla beni her yerde arıyordu. Ailemiz çok eskilerde kalmış bir aşiretin geleneklerine göre yaşardı. Törenin merhameti yoktu. Babamda asla ailesine karşı çıkmazdı. Beni bulduğunda boynunda taşıdığı anahtarla ölümün kapısının açacaktı. Ne de olsa ailemizin adını temizlemek boynunun borcuydu.
Bebeğimin babası? Peki o nerede kalmıştı? Ona burada bekleyeceğimi söylemiştim. Gecikmişti. Bir an önce çıkmalı ve ilk uçakla gidebileceğimiz herhangi bir şehre uçmalıydık. Neden hala onu bekliyordum? Kalktım. Elimi yüzümü yıkamak, ardından bu beklemeye bir son vermekti niyetim. O sırada lavabonun köşesinde ki gül suyunu gördüm. Nilüfer yüzünü soğuk suyla yıkamaktan nefret ederdi. Gül suyu ile temizlerdi. Sonra uyumayı çok severdi. Ayıkken bile yarı uykulu gezerdi. Ve bir de... Unuttuğumu hatırladım. Unuttuklarımdan biri beni hatırlattı. Babam beni öldürmek için peşimdeydi. Karnımda, babasının geleceğinden emin olmadığım bir bebek vardı. Henüz on sekizimi yeni bitirmiş ve tüm bunlara rağmen hayatta kalmayı deneyecektim. Ama endişelendiğim bunlar değildi. Kardeşimdi. Unuttuklarımın içinde Nil'in hiçbir zaman iyi olmadığı gerçeği vardı.
Kardeşim sıra dışı bir çocukluk yaşamıştı. Ailede çok fazla sevilmezdi. Annem ve babam dahi Nil'den çekinirdi. Dayak, ceza hiçbiri onu durdurmuyordu. Çok denemişlerdi. Babam defalarca dövmüş, annem türlü cezalar vermişti. Ama Nil her seferinde daha beterini yapmıştı. Babaannem ona kapanmalısın, saçlarını örtüp, açık giyinmemelisin diye baskı yaptığında kestiği saçlarını babaanneme yedirmeye çalışmıştı. Tabii ki amcamlar kadını elinden alana kadar bir iki tutam yutturmuştu. Dokuz yaşında olmasına rağmen babaannemin yarı felçli olmasından faydalanmıştı. Onu boğmak istemişti. Sonra ilkokul ikinci sınıfa giderken yavru bir kediyi parçalamış ve sınıfta ki arkadaşlarını kedinin kanıyla boyamıştı. Kediyi öldürdüğünü düşünmüyordum. İnsan dışında her canlıyı seviyordu. Ama öldükleri zaman sevilmeye değer bir şey bırakmıyordu. Ölü hayvanları parçalamaya bayılırdı. Sonra yedi yaşındayken kaybolmuştu. İki gün boyunca her yerde aramıştık. Nihayetinde Nevşehir Kalesinde bulundu. Kimse Nil'i oraya götürmemişti. Hatta kaleyi gezen turistler bir çocuğun yeri kazmaya çalıştığını söyleyene kadar kimse onu fark etmemişti. Nil iki gün boyunca açlığı ve susuzluğu umursamadan toprağı eşelemişti. Neden yaptığı hiç anlaşılamadı. Tıpkı yaptığı her şeyde olduğu gibi. Sürekli kavga çıkarması, insanlardan nefret etmesi, her fırsatta ortadan kaybolması, ölü hayvanları deneyler yaptığını söyleyerek kesmesi sıradan şeylerdi. Daha fazlasını yapıyordu. Üstelik bunları yaparken son derece sessiz bir çocuktu. Biri tırnaklarını teker teker sökse –ki bu biri kendi de olabilir- bunu derin bir sessizlikle yapabilirdi. Aslında bu sessizliğin bir başlangıcı vardı. Aslında Nil'in bir öncesi vardı. Beş yaşına kadar normal bir çocuktu. Benimle ve diğer çocuklarla oyunlar oynar, güler ve şeker yerdi. İnsanları severdi. Ailesine saygılıydı. Sıradan bir zekâsı olan mutlu bir çocuktu. Sonra bir sabah konuşması bozulmaya başladı. Her ağzını açtığında anlaşılmayan sesler çıkardı. Bu gittikçe arttı. Bir ay içinde kardeşim dilsiz oldu.