Yanan bir evde doğduğunuzda, tüm dünyanın alevler içinde olduğunu düşünürsünüz, diyordu yazar okuduğum bir kitapta. Asla tam olarak sevilmediğim, kabul göremediğim bir evde doğduğumu düşündüğümden bütün hayatım o alevlerin arasında bir parça sevginin peşinde koşarak geçti. Çocuk aklım sevilmeyişimin benim hatam olduğuna inandığından sahip olamadığım şeyler için kendini suçlamayı seçti. Böylece saçlarımdan nefret ettim; yüksek çıkan kahkahamdan, beceriksiz parmaklarımdan, mutlu hissetmek için yedikçe genişleyen cildimden, aynadaki aksimden tiksinerek büyüdüm. Zamanla içimdeki yara büyüdükçe büyüdü, ben de çaresizce canımı yakan her şeye öfke duymaya başladım. Beni sevemedikleri için ailemi suçladım. İçinde bana ufacık da olsa yer veremediği için dünyadan çıkardım hıncımı. Tıpkı acım gibi öfkem de karşılık bulamayınca son çare olarak kaçmaya karar verdim. Sorumluluklardan kaçtım. İnsanlardan, ilişkilerden; içinde biraz derin duygular barındıran her kuytu köşe düşmanım oldu. Kitaplardaki mutlu sonlara aldanıp, hiç sahip olamadığımın hayaline kandım.
Sonra kaybolduğumun bile farkına varamadığım bir köşe başında sırlarla dolu bir adam tarafından bulunduğumu zannettim. Belki artık yorulduğumdan belki de herkes yanımdan geçip giderken kalmayı seçtiği için uzattığı eli kabul ettim.
Ellerinin sıcaklığını dünyanın ateşi sandım.
Oysa ne dünya yanıyordu ne de evim.
Günlerdir kapalı olduğum odanın perdesiz pencerelerine takılıydı bakışlarım. Hava ılık, gökyüzü apaçıktı. Benim aksime güneş bütün görkemiyle parlıyordu.
Hiç düşmediğim kadar derine düştüğüm ve hala düştüğüm yerden kalkamadığım o gecenin üzerinden birkaç sabah ve akşam geçmişti. Artık günlerin takibini yapamıyordum. Yalnızca bu dört duvar arasında uyuyor, uyanıyor ve öylece boşluğa bakıyordum. Bazı geceler uykumdan sıçrayarak uyanıp, kabusun izleri silinene dek nefeslerimi sayıyor ardından nerede olduğumu fark edip tarifsiz bir acının içine düşüyordum. Terk edilmek gibi değildi. Benim gerçekliğimde zaten hiç var olmamam gerekiyordu.
Kesik daima oradaydı. Mesafesini koruyor olmasına rağmen ne zaman dalgınca başımı çevirsem onu beni izlerken yakalıyordum. Odadan çıkmayı reddettiğim için her sabah ve akşam bana bir tepsi dolusu yemek getiriyordu. Eski Eftalya'yı ve bir zamanlar annemi sevindirecek bir gerçeklikte iştahımı tamamen kaybetmiştim. Kesik, başta kendisi yüzünden yemeyi reddettiğimi düşünmüş olacak ki yemek tepsilerini teslime etmek için ekibin farklı üyelerini görevlendirmeye başladı ama sorun kişiler değildi, bendim. Ne ağzımı açıp bir kelime edebiliyor ne de bir lokma yutabiliyordum. Boğazımın arkasında koca bir tümörlü kitleyle yaşıyor gibiydim.
Yalnızca su içebildiğim bir günün ardından yanı başımda pembe tonlarında bir içecek buldum. Etrafta su görünmediği için kuruyan boğazımı yumuşatmak adına yarıdan fazlasını içince bunun yemek yiyebilmem için meyvelerden yaptığı bir karışım olduğunu fark ettim.
Yeterince yediğimden ve hastalanmadığımdan emin olması dışında sessizlik yeminime ortak olmuş gibiydi.
Bu günler içerisinde bana yalnızca iki kez dokundu. İlki beni kıvrıldığım yataktan kucaklayıp banyoya taşıdığı ve önceden hazırladığı küvete bırakışıyla gerçekleşti. Saçlarımı ıslatıp şampuan ile köpürtene dek ne yaptığının farkında bile değildim. Çukurun derinliği algılarımın üzerine kalın setler çekmişti.
Ellerini itip zayıf kollarımla mümkün olduğunda yıkandığımda bile orada kalıp, sessizce işimi bitirmemi izledi. Önceleri mahremiyet için yeri göğü indirebilecekken acı hali sizi kendinizin bile bilmediği başka benliğinizle tanıştırıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kırık Pençe İzleri
General FictionBana nazik yalanlar söyle Usulca kır kalbimi Pişmanlık kekremsi, kurak bir tat bırakır kursakta Kaybolursan diye ezberle bıraktığın izleri Düştüğümüz karanlıkta yaralarımdan tanı beni Eftalya Gürel; fazla kiloları, başarısız akademik kariyeri ve köt...