Yalnız yaşadığı için sık sık ailemin yönlendirmesi ile market alışverişini yaptığım aksi yan komşumuz her insanın bir günahla birlikte doğduğuna inanırdı. Aslında var olma amacımız ve hayat ile verdiğimiz tüm mücadeleler bu günah çevresinde şekillenirmiş.
O zamanlar günahımın mutfaktaki kumbaradan çaldığım paralar ile aldığım şekerlemeler yüzünden oburluk olduğunu düşünüyordum. Babamda bu süreçte kumbaradan benim gibi para çaldığından annem uzun süre çalınan paradaki payımı asla öğrenemedi. Yine böyle günlerden birinde evin sokağına girmeden önce marketten aldığım şekerlemeyi bitirmekle uğraşırken kestirme olarak kullandığım sokak arasında bir adamla karşılaştım.
Kirli pantolonu ya da kullanılmaktan yıpranıp iplikleri sökülmeye başlayan eski ceketi bana karşımdaki adamın kim olabileceği ile ilgili bir fikir vermeseydi bile yüzündeki ifade her şeyi söylerdi.
Büyük burnunun ardında iki kara misket gibi görünen gözleri deliliğin ışığı ile parlıyordu. Mimiklerinde aç, hesapçı bir ifade vardı.
"Gel, bana doğru yaklaş," demişti bal kadar tatlı bir sesle.
Geriye dönmem gerektiğini, anneme yakalanma riskini göze alıp eve doğru koşmam gerektiğini biliyordum. İçgüdülerim bana arkama bakmadan kaçmam gerektiğini söylemesine rağmen adama doğru bir adım atmaktan kendimi alamadım.
"Daha da yaklaş."
Uzanıp beni yakalayabileceği bir mesafeye yaklaşmama iki adım kala ara sokağın başına iki kişinin gürültülü kahkahalar ile girdiğini duydum. Kirli, kaba eller kolumu tutup telaşla çekiştirmeye başladı. Ancak sokağa giren kişiler ne olduğunu tek bir bakışla fark etmiş olacak ki bize doğru koşmaya başladılar. Kolumu bırakıp, kaçmaya başlamadan önce neden bir kez bile bağırmamış ya da elinden kaçmaya çalışmamış olduğumu biliyormuş gibi kısacık bir an Cheshire kedisi gibi gülümsedi.
Yanıma gelen iki yetişkin adam ile eve döndüğüm zaman annemin korku dolu yakarışları altında sakince elimdeki şekerlemeleri yemeye devam ettim. Annem telaş içinde babamı arayıp, bölge karakoluna suç duyurusuna gitmemiz gerektiğini söylediği sırada ise parmaklarıma yapışmış şekerlemeleri yalayarak temizlemeye çalışıyordum. Akşam babam eve döndüğünde onlara benden duymak istedikleri şeyleri söyledim; çok korktuğumu, bir daha evden habersizce çıkmayacağımı ve yabancılarla asla konuşmayacağımı.
Oysa gece yatağıma yattığım sırada tek düşündüğüm o delilikte beni çağıran şeyin ne olduğuydu. Ve belki de günahımın oburluktan çok daha kötü, çok daha karanlık bir şeyler olabileceğiydi.
14 sene sonra karşımdaki adam o ara sokakta karşılaştığım evsizden çok daha tehlikeli olduğunu iliklerime kadar hissettiren ifadesi ile kaçmamı buyurduğunda ileriye doğru tek bir adım atamadım. Az önce gözlerimin önünde bir düzine insanın öldürüldüğünü varsayarsak bunun yerinde bir tepki olduğunu düşünebilirsiniz ama içine girdiğim ruh hali doğal bir reaksiyondan çok uzaktı. Zaman ve mekan algım kaybolmuş gibi orada öylece duruyordum. Pesimist düşünceler içinde değildim. Kaçık bir adrenalin bağımlısı gibi ölümü kovalamıyordum. Sadece içim buzdan bir ateşle yanıyormuş gibi hissediyordum.
Yalnızca 1 dakika önce silahını benim çatalı kullanışımdan bile daha rahat bir tavırla bir düzine adamın üzerine boşaltan o değilmiş gibi yüzüne yansıyan sıkılmış ifadesi ile "Kaçmaya başlasana," der gibi ileriyi işaret etti.
Ön kapının gürültü ile kırılması üzerine girdiğim trans halinden çıkıverdim. Hiçbir kaygı ifadesi gütmeyen vücut dili ile dönüp içeriye girenlere ateş etmeye başladığı sırada hayatım buna bağlıymış gibi personeller için ayrılan arka kapıdan çıkıp koşmaya başladım.
Hiçbir zaman iyi bir koşucu olmamıştım. Vücudumdaki fazlalıklar bunu kanıtlar nitelikteydi. O yüzden kısa sürede nefesim kesildi. Şimdi arkamdan çıkmış olsa bu karanlık, ıssız sokaklarda peşime düşüp kendi fotoğraflarının da içinde olduğu makinem ile beni yakalaması yalnızca birkaç dakikasını alırdı. Bu yüzden beni medeniyete geri götürecek uzun yola doğru koşmak yerine, virane binaların olduğu bir ara sokağa saptım. Terk edilmiş gibi görünen eski, taş bir binanın içine girip karanlığın içine sindim. Nefesimi buz gibi olmuş avuç içlerime bastırıp karanlığın beni canavarın bulamayacağı kadar yutmuş olmasını diledim.
10 dakika sonra soğuktan ve adrenalinden kasılan uzuvlarım sızlamaya başladı. Bir başka 10 dakikanın ardından ise beni gerçekten bulamayabileceği ihtimaline inanmaya başladım. 30 dakikanın ardından temkinli adımlarla saklandığım yerden çıkmaya karar verdim. Fazlasıyla korku filmi izlemiş olmama rağmen telefonumu çıkarıp ses ya da ışık yaratacak her türlü uyarıcıdan uzak durmamın sebebi yakalanma kaygım değildi. Barda beklediğim sırada sıkılıp Candy Crush oynamaya başlayınca şarjımı tamamen bitirmiştim.
14 koca yıl sonunda başımı yakan yine şekerlemeler olmuştu.
"Kimse sana sürüden ayrılan kuzu ile kurdun masalını anlatmadı mı?"
Ses içinden çıktığım binanın hemen yanından geliyordu. Korku ile açılan gözlerimle başımı çevirdiğimde sesin sahibi yaslandığı duvardan doğrulmak için tek bir hamle yapmadı. Sanki miskin öğle güneşinin altında şekerleme yapıyormuş gibi elleri ceplerinde lakayıt bir tavırla dayandığı duvardan yüzüme bakıyordu.
"Kurt avlanmak için çıktığı ormanın derinliklerinde, bir dere yatağının yanında başıboş dolaşan küçük bir kuzu ile karşılaşmış. Kurdun öncelikleri farklıymış. Avlayacağı hedeflerini çoktan belirleyerek yola çıkmış ama kuzu öylesine pervasız bir şekilde kurdun ini sayılan yerde dolaşıyormuş ki, kurt yolunu değiştirmiş."
Sesindeki alaycılık bile yüzündeki sarsılmaz ifadeyi yumuşatamıyordu ve sadist herif orada durmuş masal saatindeki çocuklardan biriymiş gibi bana kuzu ile kurdun masalını anlatıyordu. Yüzümdeki korku ile karışık inananamazlık ifadesine aldırmadan keyifle masalına devam etti.
"Usul usul kuzuyu gözetmeye başlamış. Her ihtimali değerlendiriyormuş. Kuzuyu köşeye kıstırıp öylece yakalamak istemiyormuş." Neşesiz bir gülüşle dudakları gerilirken başı tıpkı barda yaptığı gibi sağ omzuna doğru eğildi. "Kuzuyu yemek için iyi bir sebebe ihtiyacı varmış."
Ah. İroniyi anladınız değil mi?
Ben buradaki kuzu o da kurt oluyor. Ve yaklaşık bir düzine adamı öldürürken çektiğim fotoğrafları onun beni yemesi için yeterli sebebi veriyor.
Bakışlarımı düşünüyormuş gibi etrafımda gezdirip küçükte olsa bir kaçış yolu aradım. Sabit tutmaya çalıştığım sesimle "Ya kuzu kurdun arazisine izinsiz girdiği için özür dilerse ve bir daha yapmayacağını söylerse?" dedim ona ayak uydurarak.
Oyununa katılmam hoşuna gitmiş olacak ki gecenin başından beri yüzünde ilk kez gerçek bir duygu yakaladım: merak.
"Neden kuzu olduğunu sen de anlayabiliyor musun?" dedi başını iki yana sallayarak gülümserken. "Korku yeterli bir ceza değil."
Boynumdan içeri sızıp göğsümün ardına dek işleyen korkunun soğuk eliyle buradan gitmeme izin vermeyeceğini anladım. Okumaktan zevk aldığım o romantik kitapların aksine bir şövalye tarafından kurtarılmayacaktım. Bu izbe sokakta cesedimi bile günlerce bulamayabilirlerdi.
Şimdi koşmaya başlasam beni birkaç saniye içerisinde yakalayacağını biliyordum o yüzden hayatım boyunca aldığım en büyük riskle ona doğru bir adım attım. Bakışlarındaki merak artarken attığım her adımı dikkatle izlemeye başladı. Boynumda asılı olan fotoğraf makinemi kaldırıp bir adım daha atarken "Makinemi alabilirsin," dedim.
"İstersen çantamı da kontrol edebilirsin, yedek kartım yok. Her şeyi silerim. Barda olan her şeyi unuturum. Zaten hafızam güçlü değildir."
Çırpınışımı sessizce izliyor, uzansa tutabileceği bir mesafede olmama rağmen rahat duruşunu bir milim bile oynatmıyordu.
"Bak," dedim aramızdaki son açıklığı da kapatıp kokusunu alacak kadar yakınına geldiğimde. "Buraya bakarsan sen de sildiğimi görebilirsin."
Yüzüme çevrili çelikten bakışları makineme çevrilmeden önce kısa bir anlığına dudaklarıma kaydı. Ardından aradığım fırsatı yakalamanın getirdiği şiddetle makinemi yüzüne doğru savurdum.
Sanki bu anı bekliyormuş gibi pençe gibi eli bileğime yapışırken diğer eliyle makinemi tuttuğu gibi yere fırlattı. Almak için aylarca yarı zamanlı işlerde çalıştığım güzel makinem gözlerimin önünde parçalarına ayrıldı. Nedense bu görüntü beni öldürecek olmasından bile daha çok canımı yaktı.
Hiddet içimde kor gibi yanmaya başlarken boştaki elimle yüzüne okkalı bir yumruk savurdum. Kırılan kemiğimin sesi geceyi bıçak gibi kesti. Öyle yanlış bir açı ve hiddetle vurmuştum ki bileğim kemiksiz gibi ileriye uzanıp, sallanmaya başladı. Acıdan gözüm kör olmuş bir halde iki büklüm oldum.
Tepkim onu da afallatmış olacak ki mengene gibi bileğime sarılı eli tutuşunu gevşetti. Takım elbisesinin kemer hizasında acı içinde eğilmiş bir halde dururken sağlam elimle uzanıp belindeki silahını kavradım ve bedenimi şiddetle geriye doğru savurdum.
Acıdan yaşaran gözlerimle yüzüne baktığımda kırmış olduğumu umduğum burnundan akan kan gömleğini parlak bir kırmızıya boyuyordu.
Parlak gözlerindeki ışık yapamazsın der gibi gözlerimi delip geçti.
O tetiği çekemezsin.
O eşiği geçemezsin.
"Kuz-," diye söze başladığı anda tetiği çekiverdim. Patlamanın şiddeti ile tüm bedenim sarsılırken kulaklarım şiddetle uğuldamaya başladı. Bileğimdeki korkunç acı, çıldırmış gibi atan kalbim ve kesilen nefesim ile birleştiğinde midemin kasıldığını ve başımın tehlikeli bir şekilde dönmeye başladığını hissettim. Kayan bakışlarımla kurşunun girdiği bedeni ararken birkaç adım ötemde katıksız bir neşe ve şaşkınlık ile hızla üzerini kızıla boyayan yan tarafındaki kurşun deliğine baktığını gördüm.
Başını kaldırıp bayram sabahı daha fazla şeker yiyebileceğini öğrenmiş bir çocuğun gülümsemesi ile "Beni vurdun!" dedi.
Şiddetli baş dönmemle yere kapaklanmadan hemen önce "Milenyum çağına hoş geldin bok herif," dedim zar zor. "Kuzular artık yemek olmak istemiyor."
Bayılmamak ya da acıdan kusmaya başlamamak için direnmeye çalıştım. Bok herifi vurduktan sonra bana ne isterse yapabilmesi için öylece bayılamazdım. Ama kulaklarımdaki çınlama ve gözlerimdeki kararma gittikçe artmaya başladı.
Kısa bir anlığına gözlerimi kapattım. Bir süreliğine bayılmış olmalıyım çünkü açtığımda yüzümün birkaç santim yukarısında merakla yüzümü inceleyen ifadesi ile karşılaştım. Sanki ben dünya dışı bir varlıkmışım o da 51.Bölgede çalışan kaçık bir bilim adamıymış gibi pür dikkat yüzüme bakıyordu.
Ellerinin hareket ettiğini gördüğümde, gelecek olan darbe için gözlerimi sımsıkı kapattım. Muhtemelen cesedimi bile bulamayacaklardı. Gözümün önünden Netflix'te izlediğim cinayet belgeselleri geçti. Her bir parçamı başka bir yere gömebilirdi. Hatta isterse derimden kendine bir yüz maskesi yapıp ayna karşısında dans bile edebilirdi.
Belime dolanan kollar ile hızla gözlerimi açarken diğer eli dizlerimin arkasından geçip bacaklarımı kavradı. Daha ne olduğunu anlayamadan güçlü kollar tarafından kavranıp kucaklanarak yükseldim. Ağzının içinde acılı bir homurtu yükselirken "Gerçekten ağırmışsın," diye söylendi.
İkinci bir baş dönmesi dalgası ile gözlerim kararmaya başlarken "N-ne yapıyorsun?" dedim nefes nefese.
Odaklanmış bakışlarını ufuktan çekip ağırlığım altında ezilmiyormuş ya da az önce kurşun yarası almamış gibi neşeyle gülümsedi.
"Milenyum çağı ile tanışıyorum."
Selaaam! 1.Bölüm için yaptığınız güzel ve destekleyici yorumlar için her birinize minnettarım. Hala burada olduğunuzu bilmek karanlık ve küflü bir halde bulacağımdan emin olduğum evimi neşe ve sevgi ile dolduruyor. Seneler sonra yine böyle hissetmenin zevkini tarif edemem. Beni inanılmaz mutlu ettiniz, bende sizi bir nebze mutlu ederim umudu ile hiç bekletmeden 2.bölümü yazıp yayınlamak istedim. Karantina sürecinde olduğumuzdan ne iş ne de okul araya giriyor, bu nedenle gün aşırı olmasa bile 2 güne 1 bölüm yayınlamayı planlıyorum.
Teşekkür dolu öpücükler eşliğinde iyi okumalar diliyorum size :>
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kırık Pençe İzleri
General FictionBana nazik yalanlar söyle Usulca kır kalbimi Pişmanlık kekremsi, kurak bir tat bırakır kursakta Kaybolursan diye ezberle bıraktığın izleri Düştüğümüz karanlıkta yaralarımdan tanı beni Eftalya Gürel; fazla kiloları, başarısız akademik kariyeri ve köt...