Asla boyatmayı kabul etmediği gri saçları ve daima üzerinde ağırbaşlılıkla taşıdığı iç karartıcı koyu kahverengi takımı ile felsefe profesörümüz elinde bir işaret fişeği gibi havaya kaldırdığı sınav kağıtlarımız ile sınıfın içinde bir tur attı. Ardından her birimiz ile göz teması kurmaya özen göstererek bize elindekilerin ne olduğunu sordu.
Bir çoğumuz tıpkı sınavlarında olduğu gibi bunun bir tuzak soru olduğunun farkındaydı yine de içimizden birisi öne çıkıp "Sınav kağıtlarımız," dedi.
Felsefe profesörümüz bu akıl dolu cevabı alaycı tavrı ile bertaraf etmek yerine sınav kağıtlarını masasının üzerine bırakıp ondan beklemediğimiz bir çeviklikle aynı masanın üzerine zıplayarak oturdu.
Şimdi yukarıya sıyrılan takımının altındaki kısa, siyah topukluları tüm sınıfın gözleri önündeydi.
"Kendini gerçekleştiren kehanet ile ilgili daha önce herhangi bir şey duyan herkes elini kaldırsın."
Bakışlarımı etrafımda gezdirince birkaç elin tereddütle havaya kalktığını gördüm.
"Şimdi korktuğum, endişelendiğim, çekindiğim herhangi bir şey daha sonrasında başıma geldi, diyen herkes ellerini kaldırsın."
Bu defa sınıfın neredeyse tamamı gibi bende elimi havaya kaldırdım.
"Şimdi doğru anın ve doğru zamanın varlığına inanan, bazı insanların kendinden çok daha şanslı olduğunu düşünen herkes ellerini yukarıda tutmaya devam etsin."
Kimse ellerini indirmeye başlamayınca sürü psikolojinin verdiği şevkle çenemi biraz daha kaldırıp onlar gibi elimi yukarıda tutmaya devam ettim.
Bunun üzerine felsefe profesörümüz tatmin olmuş bir ifade ile yanında duran kalın kağıt destesini kavrayıp bir kez daha havaya kaldırdı.
"Bunlar sizin kendini gerçekleştiren kehanetleriniz. Her biriniz bir üst sınıflardan duyduğunuz göz korkutucu bilgilerle bu dersin ne kadar zor olabileceğine inanıp, bir ön yargı ile bu sınıfa geldiniz. Ben sizi zorladıkça siz yargılarınıza daha çok güvendiniz ve bu dersten geçemeyeceğinize öyle çok inandınız ki tam da bunu kanıtlar nitelikte bir sınav sonucu çıkardınız. Oysa sorduğum her soru aldığınız eğitimde cevabını kolaylıkla verebileceğiniz bir seviyedeydi. Bu kağıtlar sizin ön yargılarınızın ve kayıp 36 saatinizin özeti."
Şimdi anlayış ile yumuşayan bakışları birer birer inen ellerimizin ve düşen yüzlerimizin çehresinde gezindi.
"Bir şeye inanmak, farkında olmadan o şeyin olmasını sağlayacak şekilde davranmanıza neden olabilir. İşte tam da bu yüzden neye inanacağınızı iyi seçmelisiniz."
Üzerinden geçen koca bir seneye rağmen dersinden iki kez kaldığım felsefe profesörümü sorgulanmak üzere sıkı sıkıya bağlandığım bir sandalyede kaderimi beklerken düşünmek sarkastik bir şaka gibiydi. Zira çocukluk günlerimden bugüne dek hep lanetli olduğuma inanmıştım. Hiçbir zaman yeterince iyi değildim. Kız kardeşimin aksine ne anneme ne babama benziyordum. Onların aristokratik hatlarını almak yerine henüz küçük bir çocukken bile dışlanmama sebep olacak ölçütte kilolu ve çirkindim. Ne güzel bir sesim vardı ne de anne ve babamın gönderdiği onca kursa rağmen dişe dokunur bir yeteneğim. Kız kardeşim bir melek gibi görünür ve tıpkı bir melek gibi dokunaklı keman çalarken ya da okulu atletizm takımında temsil ederken ben odamda gizlice aldığım abur cuburları yer ve fantastik romanlar okurdum. Büyüdükçe durum düzelmek yerine daha da kötüye gitmeye başladı, önce kız kardeşimden ardından istemeden de olsa beni daima kız kardeşim ile kıyaslayan anne ve babamdan uzaklaşmaya başladım. Bir noktada ise kendimi asla ait olmadığım o fotoğraf çerçevesinden tamamen çıkardım. Evden ve ailemin yaşadığı şehirden ayrılmam bunun en büyük nedeniydi.
Ailemin beni sevmediğini ya da kötü bir çocukluk geçirdiğimi söyleyecek kadar ileriye gitmeyeceğim. Yalnızca kendimi bildim bileli hissettiğim bir eksiklik ve aidiyetsizlik duygusu ile yaşadığımdı. Bu da girdiğim her ortamda kendimi dışlamama ve olduğumdan daha küçük görmeme en nihayetinde ise kendini gerçekleştiren felakette olduğu gibi bir lanetli olduğuma inanarak beni tam anlamı ile boka battığım bu noktaya sürüklemişti.
İlk fırsatta elinden kaçmayı planladığım ve kim olduğu ile zerre ilgilenmemeye karar verdiğim adam neredeyse mobilyasız diyeceğim boş evin içinde beni tozlu bir sandalyeye oturtup kollarım göğsüme yapışık bir şekilde sandalyeye bağlı bıraktığından beri birkaç saat geçmişti.
Evin derinliklerinde kaybolduğu yarım saatlik zaman diliminde önce bağlı olduğum iplerden kurtulmayı denemiş ardından avazım çıktığı kadar çığlık atıp boşluğa doğru küfürler savurmuştum. Evin içinde bulunduğu ıssız arazi düşünüldüğünde kuşlar ve yabani tavşanlar dışında sesimi kimse duymamış olsa da çığlık atmak biraz rahatlamamı sağlamıştı.
Ardından geçen üç koca saat ile birlikte gün doğmuş ve en nihayetinde bileğimdeki sızıya rağmen uyuyakalmıştım.
Ani bir sıcaklık ve ışık patlaması eşliğinde uyandım. Hala bir sandalyeye bağlı olduğumdan başımı kaldırdığımda boynumdan rahatsız edici yükseklikte bir kütürtü yükseldi.
Muhtemelen akmış makyajım, kuruyup ağzımın içinde zımpara kağıdına dönen dilim ve perişan halimle muhteşem görünüyor olmalıydım.
Üzerime doğrultulan parlak ışığın ardında içinde bulunduğum oda sıkı sıkı örtülmüş perdelerin ardında gölgeler ile çevriliydi.
O gölgelerden tanıdık bir ses bıkkınlıkla "Hayatta kalman öyle imkansız ki bunca sene nasıl dayandın merak ediyorum,"dedi.
Nezaket kurallarını boş verip ağzımı kocaman açarak esnerken "Genelden evden dışarı pek çıkmam," diye mırıldandım.
"Eh, sen güzellik uykunu alırken bende biraz ödev yaptım."
Işık yüzünden hala hassas olan gözlerimi kısarak karanlığa doğru bakmaya devam ettim. Ödev yaptığı için bir de alkış mı bekliyordu?
"Artık kirasını zorlukla ödediğin daireni; ev sahibinden gizlice eve aldığın kiracının sözleşmede adının olmamasından da faydalanarak evdeki eşyaları da beraberinde götürerek seni nasıl dolandırdığını, sınırın diğer tarafında yaşayan aileni; kız kardeşinin iş yerini, evini, babanın her gün gazete almaya gittiği marketin yerini, annenin en iyi arkadaşını, okuduğun okulu; aradığını bulamadığın için iki kez değiştirdiğin bölümünü, notlarını- ki pek parlak olduğunu söyleyemeyeceğim- arkadaşlarını, şimdiye dek çalıştığın her iş yerini ve sahibini öğrendim.
Tüm bunlar ne demek biliyor musun? Attığın her adımı biliyorum, bu da atacağın bir sonraki adımı da bileceğim anlamına geliyor. Ve eğer iyi bir kuzu olursan belki sen de benim adımlarımı yönlendirebilirsin."
Uyku sersemliğim sözlerinin ardındaki üstü kapalı tehditle tamamen ortadan kalktı. Sızlayan kaslarıma aldırmadan dimdik hale gelen omurgamla olabildiğince tehditkar bir duruş sergileyip "Siktir git!" dedim tükürürcesine.
Gölgelerin ardından bir cıkcıklama yükseldi.
"Şimdi ben sana bazı sorular soracağım, sen de bana bildiğin her şeyi anlatacaksın ve eğer şanslıysan tuvalete gitmene bile izin verebilirim."
Mesanem sözlerini doğrularcasına kasıklarıma baskı uygulamaya başladı. Sahi en son ne zaman tuvalete gitmiştim?
"Emran Akbal."
Bir bomba gibi ortaya bıraktığı isimin ardından tamamen sessizliğe büründü. Devam etmesini bekler gibi başımı yana doğru yatırıp gölgelere doğru bakmayı sürdürdüm.
"Emran Akbal," dedi bir kez daha anlayamadığım bir baskı ile.
"Kimden bahsettiğini bilmem mi gerekiyor?"
Sesimdeki kafa karışıklığına aldırmadan "Emran Akbal; İran asıllı bir Türk. Para aklama, evrakta sahtecilik, devlet sırlarını rüşvet karşılığında satma, suç örgütleri arasında iletişimi sağlama, ruhsatsız silah bulundurma ve ikinci dereceden cinayet gibi suçlarla kırmızı bültenle aranan bir suçlu ve ne hikmettir ki sen bu suçlu ile aylarca çalışmış, 3 ay önce ise işi bırakmışsın."
Zihnimin fazla çalışan bir makine gibi ısındığını ve yakında garip sesler çıkararak kendini imha edeceğini düşündüm. Aksi takdirde bu olanların başka bir mantıklı açıklaması olamazdı.
"3 ay önce işten neden ayrıldın?"
Çatılı kaşlarımla boşluğa doğru konuştum.
"Bir yanlışlık var. Beni biri ile karıştırıyor olmalısın. Ben bırak bir suçlu ile çalışmayı yaya geçidi olmayan yerden karşıya bile geçmem. Tamam blogum yüzünden davetli olmadığım pek çok yere girip, bazı beyaz yalanlar söylemiş olabilirim ve bir keresinde de ot satıcısı olduğunu bilmeden biri ile randevuya çıkmıştım ama bana mesleğini söyler söylemez onunla iletişimi kestim."
"Eftalya, oynadığın masum numarasının yeni yetmeler üzerinde bir etkisi olabilir ama ben de işe yaramıyor."
"Bak," dedim olabildiğince sakin tutmaya çalıştığım en uzlaşmacı sesimle. "Bütün o bildiğini saydığın şeyleri nasıl araştırdıysan bunu da araştırabilirsin. Hiçbir suç örgütü ile ya da doğrudan bir suçlu ile bağım yok. Gizli bir banka hesabım yok. Birbirimizin sırlarını tuttuğumuz yakın bir arkadaş grubum bile yok! Tamam, parlak bir hayata sahip değilim ama o söylediğin adam kimse onunla sandığın gibi bir bağım yok!"
Üzerimdeki parlak ışık bir klik sesiyle kapanıp bizi karanlığın içine hapsetti. Ardından hiç beklemediğim bir anda arkamda bir sıcaklık hissettim. Bu kadar kısa zamanda hiç ses çıkarmadan arkama geçmiş olması imkansız olmasına rağmen bedeninin yaydığı sıcaklığı ikinci bir deri gibi tenimde hissedebiliyordum.
"Seni öldürmeye o kadar yaklaşmıştım ki," diye fısıldadı kısık, çirkin gerçekliğin altında boğulan sesiyle. "Parmaklarımın ucunda duruyordun. Tek bir göz açımlık süre. Tek bir yanılgı. Şans eseri fotoğraf makinene bakmasaydım muhtemelen şu an toprağın altında çürüyen etinin tadına bakan solucanların yanında olurdun, oysa buradasın çünkü bağının olduğunu inkar ettiğin adamın fotoğrafları makinendeydi."
Nefesim titreyerek cılız bir ses çıkarırken bu defa sesi tam önümden yükseldi.
"Hala bu oyunu oynamak istediğine emin misin?"
Adamın suçlamaları karşısındaki çaresizliğim, vücudumdaki acı, açlık ve dün geceden beri yaşadıklarımla birleşince sahip olduğum en sinir bozucu yönümle sinir harbi içinde ağlamaya başladım.
"Ben oyun falan oynamıyorum seni onun bunun çocuğu! 3 ay önce işten ayrıldım çünkü mutlu değildim. Çünkü hiçbir işte yeterince iyi değilim. Çünkü çok yalnızım. O kadar yalnızım ki sürekli birilerinin kapısını çalıp kendime bir yer edinmeye çalışıyorum. Çünkü bende bir sorun var. Ve bununla ne yapacağımı bilmiyorum."
Böylece yüksek sesle düşünmekten bile korktuğum her şeyi hiç tanımadığım ve muhtemelen birazdan beni öldürecek olan adama itiraf etmiş oldum. Belki de psikoloğuma verdiğim parayı bu adama vermeye başlamalıydım. Zira onlarca terapi seansının yapamadığını başarmıştı.
Ben hıçkıra hıçkıra ağlarken içinde bulunduğum odanın ışığı açıldı ve karşımda yüzünde benimle ne yapacağını bilemiyormuş gibi duran bir ifade ile müstakbel katilim belirdi.
"Ayrıca çok çirkinim ve kocamanım!" diye ağlamayı sürdürürken akan burnumu sesli bir şekilde çekip "Beni şimdiye dek kaldırabilen tek kişi sensin ve sen de hemen ne kadar ağır olduğumu yüzüme vurdun!" diye suçlamada bulundum.
İfadesi daha da bulanırken vücuduna göre oldukça nazik görünen ellerini neredeyse sıfıra vurulmuş haldeki kafasında gezdirdi. Ardından dizlerinin üzerine çöküp hala kontrolsüz bir şekilde ağlayan yüzümle aynı hizaya geldi.
"Ağır olduğunu o anlamda söylemedim, yaralıydım. Beni vurmuştun hatırlarsan, bu yüzden biraz sinirli olmak hakkım."
Gecenin başından beri sesini hiç bu kadar güvensiz duymamış olmama rağmen içine girdiğim ruh halinden bir türlü kopamıyordum.
"Tabi ki seni vurdum geri zekalı, beni öldüreceğini düşünüyordum başka ne yapmamı bekliyordun. Üstelik bu dün geceydi ve üzerinden saatler geçti ve ben acıktım ama herkes vücuduma bakıp depodan yakabileceğimi düşünürken sesli bir şekilde acıktığımı dile getirmekten bile utanıyorum!"
Burnumun dibine bir peçete tutulduğunda ıslak bir jöle gibi titreyen bakışlarımı peçeteyi tutan elin sahibine çevirip arsızca peçeteye doğru iki kez sümkürdüm.
"Şimdi biraz daha sakin olmana ihtiyacım var. Ben asla bir kadını görünüşü üzerinden vurmam üstelik iştahlı kadınları da severim. Yani senin nasıl göründüğün konumuzun tamamen dışında. Eğer bana her şeyi anlatırsan seni çözerim, sen tuvaletteyken yiyecek bir şeyler hazırlarım ve sonra da şu eline bakarız."
Şayet dün geceden beri yaşananlar olmasa bu kocaman, korkutucu görünüşlü adamın sesindeki nezakete gerçekten inanabilirdim. Yine de ne anne-babamın ne de kız kardeşimin baş etmek şöyle dursun ciddiye alıp dinlemedikleri sinir krizlerimden biriyle baş ediş şekli kalkanlarımı bir süreliğine indirmeme sebep oldu.
"Tamam, sana her şeyi anlatacağım-," cümlem kırılan pencerenin ardından biraz önce durduğum yerin hemen arkasındaki duvara saplanan kurşun sesiyle bölündü. Şimdi bağlı olduğum sandalye ile devrilmiş bir şekilde zeminde uzanıyordum.
Beni kaçıran, bir sandalyeye bağlayan ve acımasızca sorgularken ağladığım için tiksinmeden burnumu silen adamsa az önce beni vurulmaktan kurtarmamış gibi havadan sudan bahseder bir eda ile "Bazı misafirlerimiz var kuzucuk," diye duyurdu. "Sohbetimize sonra devam edeceğiz."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kırık Pençe İzleri
General FictionBana nazik yalanlar söyle Usulca kır kalbimi Pişmanlık kekremsi, kurak bir tat bırakır kursakta Kaybolursan diye ezberle bıraktığın izleri Düştüğümüz karanlıkta yaralarımdan tanı beni Eftalya Gürel; fazla kiloları, başarısız akademik kariyeri ve köt...