9.Bölüm - Kukla, Kabuk ya da Sen Ne Demek İstersen (1)

35 12 46
                                    

RAHATSIZ EDEBİLECEK UNSURLAR İÇERİR!

Kapının ardındaki ceset yığını gözle görülemeyecek gibi değildi. Gövde ve bacaklar birbirinden ayrılmış, kopan parçalardan damlayan kan zemini büyük bir göle çevirmişti. Bu korkunç bir manzaraydı.

Kapının ardında her ne olduysa, üzerinden en az iki veya üç gün geçmişti. Kanın rengi zamanla koyulmuştu ve koku leşçil sinekleri çekicek kadar ağırdı. Berbat koku ve korkunç manzara birleştiğinde başıma inanılmaz bir ağrı girdi. Albay dirseğinin içiyle ağzını ve burnunu kapatmıştı. Kolumu sıkan parmakları daha da sıklaştı. Artık o bölgeyi hissetmeyecek bir duruma gelmiştim.

Binbaşının arkasından içeri girdik. Belirli aralıklarla birçok ceset vardı. Yerler, duvarlar, masaların üstleri, bilgisayarların ekranları ve hatta dosya dolabı bile kan içerisindeydi. Nereden bakarsanız bakın bu görüntü bir vahşetten başka bir şey değildi.

Biraz ilerimizde yüzükoyun bir şekilde yerde yatan, diğerlerine nazaran tam, bir ceset vardı. Üzerindeki önlükten anladığım kadarıyla bir araştırmacıydı. Binbaşı cesedi ayağıyla dürttü. Herhangi bir tepki gelmemesini umut ediyordu ama eğer bir yaşam belirtisi görürsek bunun içimizi rahatlatıcağını da biliyorduk. Bir şey olmadı o yüzden onu sırtüstü çevirmek gibi bir aptallık yaptı.

Gördüğümüz şey mide bulandırıcıydı. Cesedin yüzü tamamen parçalanmıştı. Daha fazla kendimi tutamadım. Albayın tutuşundan kurtulup temiz -cesetsiz- bir yerde sabah yediğim her şeyi kustum.

"İyi misin?" Daeron bir eliyle sırtımı sıvazladı. Huzursuz gülümsemesi onunda bu manzaradan açıkça iğrendiğini gösteriyordu.

"Daha fazlasına katlanamam." Elimin tersiyle ağzımın kenarını sildim. Kafamı kaldırdığımda gördüğüm Minseok'un delici bakışları odanın diğer ucundan ürpermeme neden oldu.

"Bakmak zorunda değilsin." Binbaşı gözlerimin üstüne nereden geldiğini bilmediğim ince bir tül parçası bağladı. "Elimi bırakma." Soğuk parmakları parmaklarıma kenetlendi. Nefesimi tuttum. Attığım her adım çok dikkatliydi. Binbaşı beni mümkün olduğunca hiçbir şeye değdirmeden yürütmeye çalışıyordu.

"Binbaşı sanırım bu bana söylenen görevden çok daha farklı. Sadece bir bitki bulmam söylenmişti."

Korgeneralin beni kandırdığını düşünmek bile istemiyorum ama gözümün önündeki gerçek kaçınılacak gibi değildi. Burada bulmam gereken şeyin bir bitkiden çok daha fazlası olduğunu anladım.

"Sana ne denildiğini bilmiyorum ama biz buraya virüsü sentezleyen Profesör Chang'ı bulmaya geldik."

Kafam karıştı. Girdiğimiz andan beri en ufak yaşam belirtisi görmemiş olmamızın yanı sıra bunca insanı ikiye bölen her ne ise zaten Profesörü öldürmüş olmalıydı. "Profesörü bulamazsak ne olur?"

Aslında bunun cevabını bilmek istemiyordum. Çünkü hayırlı bir şey olmayacağı en başından beri açıktı. Yine de sormadan edemedim.

"Ölmüş bile olsa onu bulmak zorundayız." Albay'ın sesi tam kulağımın dibinden geldiğinde irkildim. Gözlerim kapalı olduğu olduğu için geride kalan duyularım daha da hassas durumdaydı. Ayağımın ucu deney tüpü olduğunu düşündüğüm bir şeye çarptı. "Siktir."

Önümü görmüyor olmam bir yerden sonra içimde huzursuz bir his uyanmasına neden oldu. Gözlerimi açmak için hamle yaptığım sırada bir gürültü koptu. Albay elimden yakalayıp kendine doğru çektiğinde, Binbaşı ile iç içe geçen parmaklarım hızlıca ayrıldı. Binbaşı Zhang beni yönlendirmek ve olası bir durumda ondan kolayca ayrılmamam için oldukça sıkı tutuyordu dolayısıyla sertçe çekildiğimde parmak eklemlerimdeki baskı canımı acıtmıştı. Sızlanmaya vakit bulamadan duvara doğru itildim.

Temporary Pleasure || SekaiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin