ZEYNEP ANLATIYOR:
Kafamda korkunç bir uğultuydu koridorlardan gelen çığlıklar ve hep aynı sözler: Anlat... Neyi? Oyun oynama lan bize, anlat diyorsam anlatacaksın! Ne anlatayım? Söyle, Ulaş'la beraber mi öldürdünüz polis kardeşlerimizi? Kardeş sözü nasıl da iğreti duruyordu herifin ağzında. Söyle ulan kaltak! Başka kimler vardı işin içinde? Kaç kişiydiniz? Amacınız neydi? Kimden emir aldınız? Konuş! Konuşmazsan Ulaş'ı ölmüş bil! Biliyorsun değil mi, Ulaş elimizde! Sen konuşmadıkça o çekecek cezasını! Nişanlınmış, öyle mi? (Nişanlı olduğumuz da nerden çıkmışsa...) Biz biliriz o nişanları, devrimci nikahlarını!
O gece arabayla çok uzak bir yerlere gitmiştik. Yol boyunca gözlerim ve ellerim bağlı kalmış da olsa gittiğimiz yerin İstanbul olduğunu tahmin ediyordum.
Ertesi günse Ulaş'ı getirmişlerdi. Ulaş mıydı o? Tanınmayacak haldeydi. Dik tutamadığı zayıflamış bedenini taşıyamayan ayakları paramparçaydı. Bir gözünü hiç açamıyordu, davul gibi şişmişti sağ gözü. Sol gözü açıktı. Dudağı da patlamış... Kurumuş kan lekeleriyle doluydu üstü başı. Yüzünde kaç günlük sakal vardı. Ulaş... Sarılmak istedim; farkında olmadan vücudum yönelmiş olmalıydı ona doğru. Ulaş kıpırdamaksızın, put gibi duruyordu. Adamlardan biri sertçe çekti beni: "Zina yasak!" Pis pis sırıtıyordu. Şaşırmıştım, ne demeye getiriyordu bu adam?
"Evet, Zeynep Hanım. Buyrun, nişanlınız ve biz dinliyoruz seni."
Ne anlatacaktım? Bir şeyler bilsem de direnseydim bari. Bir şey bilmiyordum ki...
Soğan kokan iğrenç, nasırlı elleriyle çenemi tuttu adam: "Ee Külkedisi, dinliyoruz dedik. Ayna ayna güzel ayna sizden hain vatan haini var mı bu dünyada?"
Külkedisi değil o, salak, Pamuk Prenses!
Uzayan sessizlikte adam, bana bakmasını sağlamak için Ulaş'ın yüzüne dokundu. Kolları arkadan bağlı Ulaş adamın suratına tükürerek yüzüyle itti ona dokunan nasırlı elleri.
Amirine yapılan saygısızlığı karşılıksız bırakmayacaktı diğer adam. Hiç konuşmuyordu o, devrimci dövmek için maaş alıyordu herhalde. Elini kaldırmış, Ulaş'a vurmak üzere olan adamın ilgisini kendime yöneltmek için konuştum:
"Anlatacak bir şey yok. Ulaş bir şey yapmadı, iftira atıldı ona."
İrkilir gibi oldu Ulaş. Gerçeği söylememden korkmuştu belki. Sustum. Devamını getirse miydim? Her şeyi anlatsa mıydım? Bu, Ulaş'ın kararıydı, çok önemli bir karardı. Bunca işkenceye gerçek ortaya çıkmasın diye katlanmıştı. Öte yandan...
Neyse ki adam devam etmemi engelledi: "Yaa, öyle mi? Biz de inandık, değil mi Ulaş?"
Sert bir yumruk attı Ulaş'ın yüzüne. Elleri, ayakları bağlı Ulaş gözünü bile kırpmadı. Ara ara kaçamak bakışlarla benim bakışlarımı yakalayan şefkatli gözlerini görmesem, arkadaşımın aklını kaçırdığını sanacaktım. Ama görmüştüm bana sevgi ve şefkatle bakan, bu haldeyken bile güç vermeye çalışan o bakışları...
O benim arkadaşım, kardeşim. Kendimi bildim bileli o hep vardı, hiç sorgulamamıştım ki varlığını... Ne olursa olsun biz hep birbirimizi sevdik; sorgusuz, sualsiz. Şimdi nasıl sorguya çekilir arkadaşlığımız, nasıl bizi birbirimizi harcamaya mecbur bırakırlar? Sebepsiz yere hem de...
Ağlasam kana kana... Burada ağlayacak öyle çok şey vardı ki, idareli kullanmalıydım gözyaşlarımı. En insanca duygulardan biri, gülmek kadar doğal ağlamak... Ağlamak burada başkalarını sevindiriyor. Gülmek ise yasak...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SEPYA
Historical FictionSepya, geçmişin tozlu sayfalarında kalan umudun rengi... Zorluklara, yoksulluğa, baskılara, haksızlıklara karşı direncin, inadına gülümseyebilmenin hikayesi... 68'in isimsiz kahramanlarının inançla bakan çocuk gözlerinin ışığı altında yazılmış bir k...