EKİN ANLATIYOR:
Yalnız uyumaya alışmam gerekiyordu. Bunun sebebi işte şu tam çaprazımızda duran ışıklı, müzikli, gürültülü kahvehaneydi! Tüm mahallenin düzeni değişmiş, annem ve babam akşamları evde durmaz olmuşlardı. Uyku saatim gelince eve geçip yalnız başıma uyuyordum. Korksam da buna alışmalıydım artık.
Melek Abla'nın ölümünden sonra Aykut Amca Güneş'i alarak mahalleden ayrılmıştı. O günden beri evleri boş duruyordu. Tek katlı, ufak bir evdi. Kapısı her daim açık bu terk edilmiş evde oyun oynamayı çok severdik. Ev boştu, onlardan geriye kalan eşyaları komşular paylaşmıştı.
Şimdi o soğuk ev; yıkılan iç duvarları, boydan boya uzanan camları ve açık mavi duvarlarıyla, iç duvarlara asılan tablolar ve duvar halılarıyla, iskambil kağıtları ve okey takımlarıyla, radyosuyla, mutfaktaki mavi cezveleri, çay bardakları, kahve fincanları, tepsileri ve tabii ki çaydanlığı, ocağı ve diğer mutfak malzemeleriyle şirin bir kahvehaneye dönüştürülmüştü.
Mahallenin erkekleri işten gelip yemek yedikten sonra kahvelerini bu kahvehanede içer olmuşlardı. Gece yarılarına kadar gürültülü radyo müziği eşliğinde koyu sohbetlere dalınır, oyunlar oynanır, çaylar içilir, sigaralar tüttürülürdü. Açık havaya rağmen kahvehanenin önü hep sigara kokardı. Annem daha ilk günden içeri girmemi yasaklamıştı. Sigara dumanı ciğerlerime zarar verirmiş. Yine de çoğu kez babama bir şeyler söyleme bahanesiyle girerdim içeri. Orası erkeklerin dünyasıydı ve erkeklerin dünyası kadınlarınkinden çok farklıydı. Sohbetleri, birbirleriyle konuşmaları, hatta birbirlerine bakışları... Kadınların dünyasında ilk andan sezdiğim o sinsi çıkarcılık, kıskançlık erkeklerin dünyasında yoktu. Erkekler yalın ve dolaysız konuşur, sözlerini sakınmadan söylerlerdi. İftira, dedikodu olmazdı. Çocukluk hislerimle yaptığım bu tespitin ne kadar da doğru olduğunu ileriki yıllarda şaşırarak fark edecektim.
Babam da çok sigara içiyordu, annem şikayetçiydi. Annem bu kez haklıydı, bazı geceler babamın öksürük sesiyle uykudan uyanırdım. Annemin dediklerini dikkate alan, onunla tartışmaktan kaçınan babam sigara konusunda anneme diretiyordu. Çok şiddetli tartışmalar yaşanır olmuştu evimizde.
Erkeklerin geceleri böyle geçerdi de kadınlar aşağı kalır mı? Akşam yemeğinden sonra erkekler kahveye gidince kadınlar da bulaşıkları yıkar yıkamaz sokağa fırlarlardı. Öğlenleri bizim oyun oynadığımız, Melek Abla'nın düğününün yapıl(ama)dığı o geniş alana atılan sandalyelerde geç saatlere kadar sohbetler edilir, hikayeler anlatılır, bilmeceler sorulurdu. Oturmalara gelen herkes evinden kendi sandalyesini getirirdi. Kimi kadınlar sohbet ederken bir yandan da örgüsünü örerdi. Bu oturmalarda her akşam sırasıyla bir evde çay demlenir, o akşam boyunca o evin sahibesi avludaki tüm kadınlara ikramlarda bulunurdu. Kahvehanenin sahibi Altan Abi şakasına takılırdı: "Bu kadınlar bizim kahveyi iflas ettirecek." diye.
Babam işten geç dönmediği akşamlarda mutlaka kahveye giderdi ama annem bazı akşamlar evde kalarak ders çalışır ya da dikiş dikerdi. Öyle zamanlarda uyuyacağım saatte evde yalnız olmadığıma sevinirdim.
Öte yandan bu kahvenin yapılmasının en güzel yanı biz çocukların oyun saatlerinin ileri alınmasıydı. Uyuyana dek sokakta kalabiliyor, dilediğimizce oyun oynayabiliyorduk. Çünkü zaten herkes sokaktaydı.
Bu sevincimiz çok sürmedi. Yağmurlar, soğuklar bizi yeniden içeri hapsetmişti. Yine de mahallenin o şenlikli havası hiç değişmedi. Erkekler kahvede içeride oturur, kadınlarsa her gün farklı bir evde toplanırdı. Komşunun kapısına çocuk göndererek 'Müsaitseniz annem size gelecek.' cümlesini söyletme kuralı yıkılmış, artık evde erkek yokken kadınlar birbirlerinin evlerine teklifsiz girer olmuştu. Kapılara kilit vurulmazdı.
Mahalleyi bu denli canlı kılan şey sadece kahvehane değildi. Bu canlılıkta son zamanlarda mahallemize sık sık gelen üniversite öğrencilerinin katkısı da yadsınamazdı. Kızıyla erkeğiyle hepsi de cıvıl cıvıl, enerjikti. Devrimci gençlik, işçi mahallelerinde de örgütleniyor, halkla kaynaşıyordu. Onların yaşında birçok işçi genç de vardı mahallemizde. Onlarla yakın dostluk kurmuşlardı.
Ben gelen her üniversite öğrencisine Ulaş Abi'yi soruyordum. Kimse onu tanımıyordu. Sadece biri tanımış, "ODTÜ Fizik'teki Ulaş'ı mı diyorsun? Tanıyorum tabii." demişti. Ben mutlu olmuştum ama annem o öğrencinin Ulaş Abi'yi farklı bir Ulaş'la karıştırdığını söylemişti bana. Benim Ulaş Abim mimarlıkta okuyormuş.
12 Eylül 1980'deki darbe öncesi, 70'lerin sonlarında defalarca kez taranacak ve kahvecimiz Altan Abi'nin vurulması sonrasında kapısına kilit vurulacak kahvehanemizin kuruluş hikayesi böyleydi işte.
Böyle neşe içinde gelmişti senenin son ayı, 1969 Aralık'ı...

ŞİMDİ OKUDUĞUN
SEPYA
Historická literaturaSepya, geçmişin tozlu sayfalarında kalan umudun rengi... Zorluklara, yoksulluğa, baskılara, haksızlıklara karşı direncin, inadına gülümseyebilmenin hikayesi... 68'in isimsiz kahramanlarının inançla bakan çocuk gözlerinin ışığı altında yazılmış bir k...