BELGİN ANLATIYOR:
Son nefesimi verirken yine Ulaş diyecektim ben. Sevda mı saplantı mı bilmiyorum ama varsa yoksa Ulaş... Sadece onu düşünmek bile kalbimin deli gibi atmasına sebep oluyordu. Midem bulanıyordu heyecandan, dizlerimin bağı çözülüyor, ayaklarım buz kesiyordu bir anda. Hele ki telefon ya da kapı çalarsa... Sanki kalbim yerinden çıkıp benden önce koşacaktı.
Aramıyordu. Gelmiyordu da. Kaya geldi, Levent bile bir kere geldi, Ulaş gelmedi. Sevim'in tiyatrocu arkadaşları da geliyordu. Evimiz hiç boş kalmıyordu ama Ulaş yokken bu ev benim için hep boştu. Biliyordum neden gelmediğini... Umutlanmak suç muydu? Neden beni cezalandırıyordu? Neden beni kendinden mahrum ediyordu? Neden içmiştim ki o kadar?
Söz verdiği kitabı göndermişti sadece. O da söz verdi diye... Onun elinin değdiği kitap acı veriyordu bana. Onunla ilgili her şey bana çılgıncasına bir mutlulukla birlikte keskin bir acı veriyordu.
Ama en acısı kimseye bir şey diyememek, kimseye bir şeyi hissettirmeden günlük yaşamıma devam etmek zorunda kalmamdı. Yine her sabah yataktan hiç çıkmak istemememe rağmen uyanmak, makyaj yapmak, saçlarımı fönlemek, yemek yemek, gülümsemek... Oysa nasıl da sadece onu konuşmak, onu anlatmak istiyordum herkese. Anlatamazdım, kime anlatacaktım? Sevim'e mi? Erkeklere sövüp saymasını dinlemek için mi? Zeynep'e mi? Alaycı bakışlarını görmek için mi? Bir burjuva kızının yakışıklı devrimciye olan hayranlığı, 'küçük burjuva duyarlılığı'yla kendince acı çekmesi. Ne komik ama! Anneme mi anlatayım? Eliyle ağzını kapatıp utanması, dövünüp durması ve nihayet babama ve amcamlara namusumu temizlettirmesi için...
Yok muydu bir çıkar yol?
Derdim Ulaş'tı ve Ulaş'ı yine Ulaş'la konuşmak beni iyi ederdi. Oysaki artık sesini bile duyamıyordum. Niçin kaçıyordu? Gelse yine, böyle bir şey olamayacağını söylese... Sevmiyorum seni dese! Ne derse desin ama neden kaçıyordu? O kadar kötü ne yapmıştım da benden böyle kaçıyordu?
Her Pazar günü saat tam ikide, ne bir dakika erken ne de geç, tam ikide Yücel'le buluşmaya devam ediyordum. Her Pazar saat ikiyi beş geçe bana "Durgun görünüyorsun, neyin var?" diye soruyor, saat ikiyi altı geçe ben "İyiyim." diyordum. Saat ikiyi yirmi iki geçe her zamanki pastanede oturuyor, tam iki kırkta oraletimizden ilk yudumu alıyorduk... İki elli beşte Yücel komünist 'piç'lerin ahlaksızlıklarını, vatan hainliklerini anlatıyor, onlara olan nefretinden bahsetmeye başlıyordu. Komünist karılarının 'orospu'lukları yüzünden yurdum kadınlarının da namuslarının lekelendikleri, kadınlarla erkeklerin aynı evlerde düşüp kalktıklarını, bıraksan bu Allahsızların vatanı Sovyetlere satacaklarını...
Ardından benim değerli olduğumu, ölse de benden vazgeçmeyeceğini, şehirli kızlar kadar güzel ve akıllı ama onlardan daha ahlaklı oluşumun çok hoşuna gittiğini ve ömür boyunca beni hiç üzmeyeceğini söylerdi. Ölse de benden vazgeçmeyecek! Beni hiç bırakmayacak... Dolan gözlerimi onun sözlerinin güzelliğinden sanarak mutlulukla bakar, "Üzülme, senden asla vazgeçmeyeceğim." diye yinelerdi.
Saat beşte pastaneden kalkardık, beni evin önüne kadar bırakırdı.
Ve saat tam 11'den sonra ben gece boyunca ağlardım.
Bir sabah düzen şaştı, çalan telefon Zeynep'e değil, banaydı. Arayansa babamdı. Hal hatır sormadan başladı anlatmaya:
"Belgin, dinle. Ben evvela Yücel'in babasıyla, dün de Yücel'le konuştum. Bu nişanlılık mevzuu fazla uzadı. Hem nişan da nedir, eski köye yeni adet, gelemeyiz biz bunlara. Yücel sana konuyu açmaya çalışmış, geçiştirmişsin. Yücel'de de hata var, daha evlenmeden ipleri kadın kısmının eline verirse o evlilikten hayır gelmez. Neyse. Biz bunları etraflıca konuştuk zaten. Özetle, bu yaz düğününüzü yapacağız. Okulun tatil olsun, gelin memlekete, şanımıza yaraşır kırk gün kırk gece düğün yapalım size. Hem milletin ağzını da kapamış oluruz artık. İnsanlar konuşuyor. Bu mesele uzadıkça aşiretimizin saygınlığı azalıyor."
Sabaha karşı daldığım uykumdaki karabasanlar yüzünden dengem allak bullaktı, babamın her sözü beni biraz daha sarsıyordu. Düşüp bayılacak gibi hissediyordum, halsizdim. Ben sanmıştım ki bu gerçekle hiçbir zaman yüzleşmek zorunda kalmayacağım, o gün hiç gelmeyecek. Gelmişti.
Babam konuştu konuştu, kapattı. Tek kelime edemedim, tek kelime etmeye halim, konuşmaya hakkım yoktu ki...
Ne yapacaktım ben? O adamın karısı olmak, geceleri onun koynuna girmek... Tiksiniyordum. Koca haftanın üç saatini onunla geçirmek bile zor gelirken... Arkadaşlık başkaydı, evlilik başka. Arkadaşım olarak severim onu ama kocam olarak... Neymiş, iplerin kadın kısmının eline verildiği evlilikten hayır gelmezmiş. Böyle böyle giriyorlar gençlerin aklına; namustu, erkeklikti derken işin sonu cinayetlere kadar gidiyor. Ben Ankara'da, kendi düzenimde onlardan uzak hayatımı sürerken memleketimde bunlar oluyordu. İstediğim kadar oralı saymayayım kendimi, oranın yasaları hükmedecekti bedenime ve ruhuma.
Parmağımdaki bu halkayı boynumda hissediyordum.
Allah'ım ben ne yapacaktım? Şunun şurasında kaç ay kalmıştı hazirana...
O sırada kapım tıklatıldı. Gelen, Zeynep'ti.
"N'apıyorsun?" diye sordu.
Şaşırmıştım, Zeynep durup dururken benim odama gelecek de hatırımı soracak. Olacak şey değildi. Ulaş'la mı görüşmüştü? Bir şey mi olmuştu? Ulaş...
"Hiç." dedim ama sesimin titremesine mani olamamıştım.
"Çok seviyorsun onu, değil mi?"
Yücel'den mi bahsediyordu?
"Biliyorum ben her şeyi. Ulaş anlattı."
'Başımdan aşağı kaynar sular boşaldı' derler ya! Anlatmış mıydı? Nasıl anlatmıştı? Ne demişti? Utanmıştım.
"Ne dedi?"
Gülümsedi Zeynep. Yanıma oturdu.
"Kötü bir şey demedi, anlattı sadece. Ama sen de biliyorsun Belgin. O seni daha fazla üzmemek için..."
Yumuşacıktı sesi.
"Biliyorum." diyebildim. Açıkçası Zeynep'ten böylesi bir yakınlık beklemiyordum. Samimiyeti bir yana, o da üzgün görünüyordu.
"Neden gelmiyor Ulaş? Çok mu kızmış bana?"
"Hayır, neden kızsın ki... Bunda kızacak ne var? O da böyle düşünüyor. Sadece ne diyeceğini bilmiyor. Bilmez misin, erkekler bir sorun olduğunda ya da nasıl davranmaları gerektiğini kestiremedikleri bir durumla karşı karşıya kaldıklarında kaçarlar. Kolaylarına geliyor böylesi. Ulaş seni incitmek istemiyor."
"Ama böyle daha çok incitiyor..."
"Biliyorum."
"Ona söyler misin, gelsin. Lütfen... Zaten ben evleneceğim yakında. Yanlış anlaşılacak bir şey kalmadı..."
Sesim titriyordu.
Ondan sonra her şeyi anlattım Zeynep'e. Bir çözüm bulamasak da sadece konuşmak bile beni rahatlatmıştı. Karanlık günlerin son bulacağına dair bir umut dolmuştu içime.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SEPYA
Fiction HistoriqueSepya, geçmişin tozlu sayfalarında kalan umudun rengi... Zorluklara, yoksulluğa, baskılara, haksızlıklara karşı direncin, inadına gülümseyebilmenin hikayesi... 68'in isimsiz kahramanlarının inançla bakan çocuk gözlerinin ışığı altında yazılmış bir k...