14. Bölüm

3.3K 137 7
                                    

Sorularınıza cevap bulabileceğiniz bir bölüm oldu bu :) Lütfen yorum/vote yapın, yazma şevki veriyorsunuz bana. Çok mutlu oluyorum yorumlarınızı görünce.

Multimedia'da bölüm parçamız var. Onunla dinleyiiin. (Melinda'nın yazdığı sözler o parçadan) İyi okumalar. ^^

14. Bölüm

“Malta, kocaman bir hapishane ve hapishane misali evlerden oluşan bir adadır. Derler ki, buraya giden bir daha evine dönemezmiş. Bu yüzden buraya hapishane yapmışlar.”

Gemi de giderken kaptan tayfasından birilerine işte bunları anlatıyordu. Lisa, yanımda durmuş onlara kulak kabartırken ben denizi dinlemeye devam ettim. Miles’ın nasıl olup da beni bırakabildiğini aklım almıyordu. Gözlerimi uzaklarda bir noktaya dikmiştim, yaklaştıkça buranın Malta olduğunu anlamam uzun sürmedi. Sık ağaç örtüsünün ortasında “Ben doğayı katlediyorum” diyormuş gibi duran, boyanmamış betondan bir bina duruyordu. Enine doğru çok genişti, ancak yüksek değildi. Buranın meşhur Malta hapishanesi olduğunu anlamam uzun sürmedi.

“Vay canına! 20. yüzyıla gelmişiz ve sevgili Kraliçe beni buraya yolluyor. Harika.” Düşüncelerimden sıyrılmama sebep olan geminin karaya vurma sesiydi. İniyorduk. Günler süren yolculuğumuz –nihayet- bitmişti. Lisa’nın elini kavradım ve çıkışa doğru yürüdüm. Bir ses duyana kadar.

“Hop! Beni bekleyin.”

“Sende kimsin?” Sesim sinirli çıkmıştı. Bu onu bir adım geriletti.

“Malta’da tek başına gezeceğini sanmıyordun herhalde. Turistik tura gelmedik buraya. Beni takip edin.”

Sürgün başlasın.

Tabii ki hapishaneye götürülmedik. Otel gibi bir yerdeydik. Ama sorun, bizim “hizmetliler” katında kalıyor olmamızdı! Temizlik, sürgünde ki ilk işimizdi. Ve müebbet sürgün ilan edilmemiz cabasıydı. Tek umudum Miles’ın gelip bizi kurtaracak olmasıydı.

***

“Lisa,” diye mırıldandım. Gece olduğu için otel sessizdi. Devasa mutfağı ikimiz temizliyorduk!

“Efendim?” Dedi yorgun bir ses tonuyla.

“Onu özledim.” Gözlerim dolmuştu. Cevap vermiyordu. Birden, mutfağın arka kapısının önünde bir kaset gördüm. Eskiden bende şarkı sözü, hatta beste yazardım. O zamanlar daha küçüktüm. Lisa’ya bundan bahsettim. Şimdi, aklıma melodik bir şekilde birkaç dize gelmişti.

Yüzün bir melodi gibi, aklımdan çıkmıyor

Ruhun beni avlıyor ve her şeyin iyi olduğunu söylüyor

Ama ölmüş olmayı diliyorum

Gözlerimi kapattığımda gördüğüm, karanlık bir cennet gibi,

Kimse seninle karşılaştırılamaz,

Senin öbür tarafta beklemiyor olacağından korkuyorum.”

Ben melodimi mırıldanırken Lisa durmuş beni izliyordu. “Sanırım bekliyor,” dedi yavaşça. “Başka umudumuz yok.”

“Aklımdan bu geçiyordu. Baksana, bence burası yeterince temiz. Odamıza gitsek iyi olur.”

Yabancı, tiz bir ses kulaklarımı tırmaladı. “Bence yeterince temiz değil. Bu gece buradan çıkmasanız iyi edersiniz. Kraliçe’nizin emri.”

Ben sessizce “Canı cehenneme!” derken Lisa itaatkar bir biçimde kafasını sallıyordu. İnanmıyormuşçasına kafamı iki yana salladım. Hiçbir zaman emirlere uyan uslu kız olmayacağıma dair içimden yemin ettim. “Sadece iki gün Melinda,” dedim kendi kendime. “Miles iki gün sonra geleceğini söyledi. Sakin ol.” Zaten başka şansım yoktu. Elimdeki bezi yere atmak için tiz sesli yabancının çıkmasını bekledim, sonra boş bir tezgaha çıkıp uzandım.

“Bir daha kimse gelmez. Rahat bir uyku çektiklerine inanabiliyor musun?” Cevap vermeyince devam ettim; “Kapıyı üzerimize kilitledi. Gelmeyecektir.” İkinci cümlemi duymamış gibi daranıyordu.

Kapıya bakıp bir küfür savurdum. “Ben uyuyorum Lisa. Sen istiyorsan devam et.”

“Acıkmadın mı?” Bana ‘sen’ diye hitap etmesi komik geliyordu ama aldırmadım.

“Hayır. Sen ye. Birkaç saat sonra beni uyandırır mısın? Ne olur ne olmaz.”

“Elbette. İyi uykular.”

“Ne kadar iyi olabilirse!” Cevap vermedi, bende uyudum. Kâbus dolu gecem başlamıştı.

Rüyalarımda elbette Miles’ı görüyordum, ama pek iyi değildi. Onu can çekişirken görüyordum ve rüyalarım genelde çıkardı.

Tabii ben önceden fark edip kötü olayları engellemezsem!

Nefes nefese uyandım. “Lisa! Lisa! Neredesin?” İşte, oradaydı, bir mutfak tezgâhına yaslanıp uyuyakalmıştı. Çığlık misali seslenişlerime uyandı.

“Ha? Ne oluyor?”

“Saat kaç olmuş haberin var mı? Birazdan buraya doluşurlar! Haydi, toparlan.” Bu sırada ona rüyamı anlattım. Hayretler içinde dinliyordu beni.

“Vay canına. Bunun olmasına izin vermemeliyiz.”

“Bunun farkındayım!”

Ertesi gün ve gece, aynı şekilde yorucuydu. Birçok yeri temizlemiş ve adeta bitmiştik! Kıyafetlerimizin yarısından çoğuna el konulmuştu. Tanrım, buna ne hakları vardı! Miles’ın geleceği gün mümkün olduğunca güzel görünmeye çalıştım. Dedikoduları duymamak için sağır olmak gerekirdi.

“Baksanıza! Koskoca Prens Miles bu kız için geliyormuş Malta’ya. Acaba burada yapılan eziyetlerin onda birinin bile sevgilisine yapılmadığını biliyor mu?”

“Prenses gibi yetişmiştir bu kız. Tanrı aşkına, kimin gücü ona buradaki eziyetleri yaptırmaya yeter? Prens’le yatmış o!”

Bunları nereden çıkarıyorlar, nereden öğreniyorlardı, bilmiyordum. Lisa’yla alçak tavanlı, küçük odamızda oturup Miles’ı buraya yönlendirmelerini bekledik. Ve işte, konvoy misali bir kalabalığın ayak sesleri duyuluyordu. Hemen ayağa fırladım. Kapımız, tıklatılma nezaketi gösterilmeksizin açıldı. Tanımadığım, yaşlı bir adam Prensimi odama buyur ediyordu. “Ah,” dedim elimde olmadan. Onu ne kadarda özlemiştim. İçimde beliren öpüşme arzusunu zorlukla bastırdım. Kapının kapatılmasını bekliyordum ve kapatıldığı an sevgilimin boynuna atladım. Elimi ensesinde gezdiriyor, kokusunu içime çekiyordum. Lisa odanın arka bölümündeki banyoya geçmişti. Belli ki bizi rahatsız etmekten çekiniyordu.

“Miles,” dedim yavaşça. “Seni çok özledim.” Bedenimi yavaşça uzaklaştırdı ve yüzümü okşadı.

“Bende seni sevgilim. Sensiz yaşamak öyle zordu ki!” Öpüştük. Yıllardır görüşmemişiz gibi bir hasretle, tutkuyla, uzun uzun öpüştük. Dudaklarım acıyınca geri çekildim. Dudaklarımı birbirine bastırıp yatağa oturdum. O da yanıma oturdu.

“Her şeyi anlatacaktın,” dedim yavaşça. “Bekliyorum.”

“Melinda, bunları söylemek çok zor. Ama bilmediğin çok şey var ve daha fazla gizleyemem.” Bekliyordum, o ise susuyordu.

“Yani?” dedim fısıldarcasına. Kalp atışlarımı duyduğundan emindim. Korkuyordum. Bizi ayıracak bir şeyi bilmemekten korkuyordum.

“Bak. Nereden başlayacağımı kestiremiyorum ama babam… O… Hasta değildi. Öldürülmüştü. Kardeşim, tahta oturmak için yaptı bunu. Ama tabi ki işe yaramadı. Çünkü ben vardım. Şimdi de beni öldürmek istiyor. Stephan.”

 Duyduklarımı hazmedemiyordum. Stephan. Bana saldıran adam. Miles’ın kardeşi miydi? Babasını öldürmüş, şimdi de kardeşini mi öldürmek istiyordu? Miles’a ok atan adam o muydu? Peki, şimdi ne olacaktı?

Kraliçe [WATR Watty'13 En İyi Historical Fiction Hikayesi]Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin