18. Bölüm

2.9K 142 6
                                    

Bayram dolayısıyla bölüm biraz gecikti ama çok merak edeni de yok zaten. +25'te bölüm paylaşacağım. Lütfen yorum bırakın. Bölüm parçasını şiddetle öneriyorum.

Multimedia'da Melinda gifi var mutlaka bakın,zor buldum ^^

18. Bölüm

Ertesi gün, daha doğrusu o gece; herkes uyurken yavaşça odamdan çıktım. Bir zamanlar Stephan’ın olduğunu duyduğum bir oda vardı, Miles’ın odasının paralelinde, bir üst katta olduğundan bunun doğru olabileceğini düşündüm. Küçük adımlarla iki üst kata çıktım, ve odanın önünde durdum. Kapı da silinmiş koca bir “S” harfi vardı.

Aynı Miles’ın kapısında olan “M” harfi gibi, tek fark o M silinmemişti.

Kapıyı yavaşça ittim. Gürültülü bir gıcırtı çıkararak açıldı. Çok eski bir kapıydı, sarayda yenilenmeyen tek kapı bu olmalıydı.

Onun yazısını arıyordum, ona ait bir şeyler. Çünkü o notları bana onun yazdığından emin değildim. Bunu kendime ilk kez itiraf ediyordum. Hatta o oku Miles’a Stephan’ın attığından bile emin değildim.

Bana biz tatildeyken saldırmayı Stephan’ın düşündüğünden bile emin değildim.

Kralı öldürtenin Stephan olduğundan emin değildim.

Kilitli bir çekmece bulup toka misali bir şeyle açtım. İçinde Stephan’a ait notlar duruyordu. Sonunda imzası vardı. İmzası “Stephan” şeklindeydi ve sonunda uzun, ilginç bir işaret vardı.

Kesinlikle bana gelen notlar onun yazısı değildi.

Birden arkamda ayak sesleri duydum. Kendi kalp atışlarımı duyabiliyordum. Elimi bağrıma bastırarak kalp atışlarımı düşürmeye çalıştım, olmuyordu. Yutkundum. Bu kimdi? Yavaş adımlarla dolabın arkasına geçtim. Adımlar yaklaşıyordu.

Nefesimi tuttum. Gözlerimi kapattım.

Boğazımda bir el hissettim. Kısık bir adam sesiydi; “Sesini çıkarma.”

“Bırak beni!”

“Sus.”

“MILES!”

“Aptal!” Beni kendisine çevirip eliyle ağzımı kapattı. “Boğularak öldürülmek istemiyorsan çırpınma. Benimle geliyorsun, küçük hanım.” Bu Stephan değildi. Onun ikna edici tonda ki sesini tanırdım. Bu, bir katil sesine benziyordu. Soğuk, tehditkâr, korkunç.

Debelenmeyi ve ses çıkarmayı bıraktım. Onunla gitmekten başka çarem yoktu. Elimi kasıklarıma, muhtemelen bebeğimin daha bir hücre olarak durduğu yere koydum. Seni ne olursa olsun koruyacağım, diye düşündüm.

Beni hayata bağlayan tek şey buydu. Kraliçelik tahtını da, Miles’ı da unutmalıydım. Bu şekilde herkese zarar veriyordum.

Birden bu sesin kime ait olduğunu anladım.

Oydu. Beni köşkte ki misafir odasına götüren, uşak. Bu oydu. Beni sürükleyerek bir yere götürüyordu. Kendimi bırakmıştım, çırpınmıyordum, kurtulmaya çalışmıyordum. Gözlerimi yere indirdim ve onun adımlarına baktım. Bu uşak neden beni kaçırmaya çalışıyordu? Amacı neydi? Bunu Stephan’ın yapması gerekmiyor muydu?

Düşünmeyi bırakıp gözlerimi kapattım. Kendimi kasmaktan yorulmuştum. Bir süre daha sürüklendikten sonra sarayın bahçesinden çıktık. Beni bir atın üstüne attı ve kendisi de benim arkamda olacak şekilde ata binip eyerleri eline aldı. Onun bedenini hissetmek tüylerimi ürpertiyordu. “Diken üstünde oturmak” deyimini tam anlamıyla yerine getiriyordum.

Zaman kavramını kaybedip, ne kadar süre de vardığımızı anlayamadığım bir eve geldik. Ev küçük değildi, ama o kocaman, lüks sarayda yaşadığım için bu ev bana kulübe gibi geliyordu. İçeri girdik ve beni bir odaya götürüp, o yatağın üstüne fırlattı.

“Sen burada kal, ufaklık.” En azından yaşlı olduğunu kabul ediyordu. 45 yaşlarında olmalıydı. “Ben bir yere haber verip geleceğim.”

Bu evde bir telefon olabilir miydi? Bu ülkede sadece birkaç köşk ve sarayda telefon bulunduğunu sanıyordum. Elbette birilerine ulaşacağı bir yol vardı, güvercinler. Bu yolu bende kullanabilirdim ama bu odadaki parmaklıklı camdan bir güvercin çağıramayacağım kesindi.

Birden bütün bunları aslında Lauren ve Brandon’ın bildiğini anladım. Göz yummuşlardı. Bana notu verirken Lauren’in suçluluk dolu sesi, yere bakan gözleri, kesinlikle bir şeyler bildiklerine işaretti.

 “Birazdan Stephan burada olacak. Sana ikimiz göz kulak olacağız.”

“Bana neden bunu yapıyorsunuz?” Sesim boğuk ve ağlamaklı çıkmıştı. Duygusal olmaktan nefret ediyordum.

“Biz emir kuluyuz, bebeğim. Ve bize verilen emirler arasında ‘Kızı öldürme,’ var ama, ‘Kıza dokunma,’ yok. Ne yazık.” Bunları söylerken bana yaklaşıyordu. Parmaklarını omzuma koyup ellerime kadar bir şerit halinde indirdi. İrkildim ve hemen geri çekildim.

“Bana dokunma! Prens Miles bunu öğrenecek olursa-“ Lafımı kesti. “Ah, küçüğüm, sence Miles burayı bulabilir mi?” Sesi iğneleyici ve kinayeliydi.

Parmaklıklı pencereden dışarı baktım. Etraf ağaç doluydu. Gelirken bunu fark etmemiştim.

“Nerde olursam olayım beni bulacaktır,” dedim kararsız bir ses tonuyla. Çok korkuyordum.

“En azından o gelene kadar biraz eğlenebiliriz.” Beni ensemden ve belimden bir anda kavrayıp dudaklarını boynuma gömdü.

“Bırak beni!” Artık ağlıyordum. “Yapma! Tanrı Aşkına! İMDAT!” Durmuyordu. Elleri belimde ve daha aşağılarda geziniyor, dudakları boynumdan aşağılara iniyordu.

İğreniyordum! Kusmak istiyordum. Midem bulanıyordu. Öğürmeye başlayınca bir adım geri gitti.

Birden kapı kapanışı ve ayak sesleri duydum. Harika, bana dokunmak için can atan biri daha geliyor. Stephan, diye düşünüyordum.

Ancak Stephan bize doğru ilerlerken, gözlerinde muziplikten çok sinirli bir ifade vardı. Endişesi yumruk yaptığı ellerinden belliydi.

“Kızı bırak,” dedi dişlerinin arasından. Uşak ona şaşkın şaşkın bakıyordu.

“Neden?”

“Sana onu bırakmanı söyledim.” Her kelimede yaptığı vurgu kanımı dondurmuştu. Uşak ellerini üzerimden çekti. İçgüdüsel olarak geriledim. Dudaklarımdan bir kelime dökülmüştü, “Stephan?”

“Gel benimle. Gidiyoruz.” Daha sonra uşağa döndü, “Burası güvenli değil. Miles burayı biliyormuş. Sen burada kalıyorsun.”

Uşak başını sallamakla yetindi.

Stephan beni kendi atına bindirdi ve uşağın atına da kendisi bindi.

“Beni takip et. Başka şansın yok. Seni kurtaracağım.” Sesi kırılmış, incinmiş bir insanın sesine yakındı ama öfkesi de belli oluyordu.

Kraliçe [WATR Watty'13 En İyi Historical Fiction Hikayesi]Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin