12. Mıntıka'da her sene olduğu gibi bu sene de sessizce başladık güne. Bir kız ve bir erkeğin ölüme gideceği gündü bugün çünkü. Aileler, kendi evlatlarını ölüme göndereceklerdi. Bu ailelerden biri de bizdik. Henüz kuralara adı girmemiş olan küçük kardeşim, annem ve ben.
Capitol için, ölüm yolculuğu için en güzel kıyafetlerimizi giydik, ki ne kadar güzel oldukları bile tartışılabilirdi, saçlarımızı yapmak için annemin sinir krizlerinin birinde parçaladığı aynanın zorlukla birleştirdiğim parçasının karşısına geçtik. Gönülsüzce kardeşimin altın sarısı saçlarına iki çift ayakkabı karşılığı takasla aldığım jöleden sürdüm. En basitinden bu bile mıntıkamız için bir lükstü.
"Çok yakışıklı oldun afacan." dedim kardeşimin saçlarına son bir şekil verip ıslık çalarken. Sırıtarak bana baktığında "Senin gibi olmak istiyorum. " dedi. Buna karşılık gülümsedim. Abi ve baba rolünü aynı anda yürütmek zor olsa da kardeşimin iyi olması için her şeyi yapardım. Yüzü daima gülmeliydi.
Capitol'le karşılaştırdığımızda sadece bir dilenci kadar güzeldik ama bize yetiyordu. "Eve geldiğimizde annem pasta yapacağını söyledi. Mellark'ların fırınından un alması gerek. Parayı nereden bulacak acaba?" diye sorduğunda, cümlenin eve gelmek kısmına takılı kaldım. Biraz daha rahat edelim, biraz daha yiyeceğimiz olsun diye ismimi çok kez yazdırmıştım. Hele ben on iki yaşımdayken babam öldüğünde, ki en çok adımı yazdırdığım sene oydu, eve yiyecek götürmek için her yolu dener olmuştum.
Başlarda babamın ayakkabı dükkanında ayakkabı üretmeye devam etmeye çalışmıştım. Ama sonrasında malzemelerimiz tükenmişti. Elimdeki ayakkabılarından satarken aynı zamanda da mıntıkanın daha zengin olan kişilerinin yanında ufak tefek işlere girmiştim. Sonra bir gün, üst sınıflardaki Horne adında birinin avlandığı dedikodusunu duymuştum. Onunla konuşup gelmek istediğimi söylediğimde ise başta öyle bir şey yapmadığını söylemiş, sonrasında da kabul etmişti ve beraber tellerin ötesine gider olmuştuk. Bu çoğu zaman kaliteli yemek yemek demekti ve aynı zamanda oldukça da eğlenceliydi.
"Hadi çocuklar aşağı gelin. Kahvaltı yapalım." diye bağıran annemin sesini duyduktan sonra Leonis'i kucakladığım gibi aşağı indim. Eskiden aşağısı babamın ayakkabı dükkanıydı ama artık evin bir bölümü gibi kullanıyorduk. Bazen de annem avladığım şeylerden yemek yapıp satıyordu. Gerçekten müthiş bir aşçıydı.
"Ne kadar güzel olmuşsunuz sizi yakışıklılar. Kızları yine kapacaksınız." diyerek güldü ve bizi kucakladı. Babam öldüğünden beri gerçekten de dengesizleşmişti. Bazen, yemek masasında babam için yer ayırıyor, bazen de çok mutlu olduğumuz bir anda ağlamaya başlıyordu.
Ne olursa olsun onu her haliyle seviyordum. Babamın ölümü bizi cidden birbirimize bağlamıştı, eskiden olduğumuzdan daha yakındık ama bazı zamanlar ekstra dengesizleşmesi işleri zorlaştırıyordu.
"Anne. Biliyo musun abim en güzel giysilerini giydi. Çünkü Prine'yi görcek." dedi kardeşim. O anda içmeye başladığım bütün suyu püskürttüm. Annemse önce hınzırca güldü, sonra da kahkaha atmaya başladı.
"Benim küçük oğlum aşık mı olmuş. Gel bakayım buraya sarılayım sana." deyip yanaklarımı sıkmaya başladı. Elimdeki su bardağını kenarı koyarken anneme sarıldım ve "Anne ben 16 yaşımdayım anlıyor musun?" dedim ama onu öpmeyi de ihmal etmedim.
"Hah. 16 yaşındaymışmış. Görüyor musun Leonis? Kendisini büyük sanıyor. Bak bana ben 45 yaşımdayım. Benim yanımda hala küçük bir çocuksun."
Gülmeyi sürdürürken "Ya anne! Hadi gidelim lütfen bak saat 2 olmuş. Geç kalırsak Barış Muhafızları bizi bir güzel sever." dediğim gibi kardeşimi ve annemi kapıya doğru ittirmeye başladım. İkisi de hala gülüyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
50. Açlık Oyunları ¤düzenleniyor¤
Hayran Kurgu"Anne bak. Haymitch Amca'nın odasında ne buldum." Diyor küçük kız. Kendinden daha ufak olan kardeşiyle birlikte annesine doğru koşuyorlar. Annesine onlara merakla bakIyor. "Ne buldunuz Will?" Diyor annesine kızına eğilip. Kısının uzattığı ince def...