(...)
"Beliiim!"
Yattığım yataktan zor kalkmam dün gece hasabiyle normaldi. Ama arkadaş, zor dedik de bu neydi ya! Ben dayak yediğimde bile bu kadar acıyı hissetmemiştim. Dün gece oradan uyku sersemi ile kalkıp bir şekilde merdivenleri tırmanmış olabilirim fakat uykumu aldığım için uyuşturucu etkisi geçmiş gibi ağrıyı son doz hissediyordum. E bununla beraber kalkamıyordum. Üstelik çok acıkmıştım! Daha fazla "Belim!" demenin manasız olduğunu kavradığım an, dilim, belimi Selim'e çevirmişti.
"Seliiim!"
Birkaç defa, kuyunun dibinde kalmışcasına bağırmam sonucu kapı açılmıştı.
"Hayırdır ortağım, yatakla bütünleşmişsin?" diye gülen Selim'e nasıl bakış attığımı ne sen sor, ne ben söyleyeyim! Bu çocuk dün gece balkon kapısının önünde yere iki büklüm yatan çocuktu! Hadi balkondan esen rüzgar zarar vermedi, hadi yerden gelen soğuğu da es geçtim, iki büklüm yatıştan da mı etkilenmedin be çocuk!
"Ne içtiysen, aynısından ortak!" diyerek elimi zorla havaya kaldırdım.
Selim gülmesine devam ediyordu. "Taze çay içtim abi!" diye konuştu.
"Yataktan kaldır beni Selim!" diye feryadıma devam ederken Selim gülerek odadan çıktı. Bense hala kalkmaya çalışıp yardım çığlıklarıma devam ediyordum. İnanamıyorum, gülmüştü ve yardım bile etmemişti. Gülerken de yardımcı olabilirdi tabi ki! Olsundu da nasıl olursa olsundu. Ulan Selim!
Dakikalar sonra yanıma gelip yüzünde aynı gülümseme ile elindeki telefonu görebileceğim şekilde önümde durdurdu. Hıh, bende tam Sami nerede ve ne durumda diyecektim.
Sami yatakta benim gibi kıvranırken bir yandan da konuşmaya çalışıyordu. Çalışıyordu çünkü sesi çok kısık çıkıyordu. Hali benden daha vahimdi. Bunları nasıl mı görüyordum? Selim sağ olsun, derttaşım olan Sami ile görüntülü konuşmamızı sağlamıştı. E gülmeden edemedim. Gülünce de ağrıyan kemiklerim yüzümün buruşmasına sebep olmuştu. Sami'nin kısık sesi ile söylediği şarkı kulaklarıma ulaştı.
"Belim ağrıyoo, çok hastayım, iyileştir beni doktoor!" Devamını da ben getirdim.
"Ölmedim ama yataktayım, bana ilaç buul!"
Sami'nin buruşturulmuş yüzü, Selim'in kahkahası, vücudumdaki ağrıların dansı...
Ve guruldayan karnım. Her şey harikaydı(!)
(...)
Çalan telefonu sonunda bulmuş ve arayana bakmadan açabilmiştim.
"Alo!" Arayan sinirli sesi ile Ferhat'tı.
"Efendim."
"Neredesin sen? Ne arıyorsun ne de telefona bakıyorsun! Ne yapmaya çalışıyorsun lan sen!"
"Şoförü gönderebilirdin pekala." diyerek umursamaz bir bakış attım. Göremezdi, biliyorum. Ya da görebilirdi. Bu adamdan her şey beklenirdi.
"Bana bak lan ukala, sabrımı zorlama! Dün bunaltmayayım, aramayayım dedim, bugün de kızımın yanına gittiğini düşündüm ve aramadım. Ama yok, beyefendi hiçbir yerde yok! Açıklama yapacağına, bu e tavır lan!"
Başımı koltuğun başlığına yaslayıp "Hastaydım şef." diye mırıldandım.
"Bu haber vermemeni mi gerektirir?" Bağırarak devam etmesi telefonu kulağımdan uzaklaştırmama neden olmuştu.
Haklıydı, ne diyebilirim. Bilmiyorum belki de iki gün boyunca kardeşlerle ağrılarım da olsa güzel vakit geçirdiğim için şef ve ailesinden uzak kalmak işime gelmiş olabilirdi. Ama bu kadar sorumsuz bir kişi olmak, çok saçmaydı! Hele ki bu derece önemli bir sorumluluğum varken. Sanırım ağrıyan vücudum ile aklımda ağrıdan iş göremez olmuştu ve yeni yeni kendine geliyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Rabbini Kalbinde Hisset
SpiritualÖlüm! O nasıl bir boşluktu öyle? Ölümle yüz yüze gelmişti Stef. Şimdi iki seçenek vardı. Ya candı ya da canandı. Verdiği karar, canını seçerken cananını da kazandırdı. Ah... Kim derdi ki... Karanlıktaydı. Zifiri karanlık bir boşluktaydı. Ardından...