BÖLÜM BİR

63.2K 976 8
                                    

Küvette bir zamanlar tenimi yakan fakat şu an neredeyse buz gibi olan suya aldırış etmiyordum. Ne kadar süre boyunca böyle oturmuştum bilmiyorum. Zaman kavramı anlamını yitirmişti sanki. Kısa, soğuk bir gülümsemeyle ellerime baktım. Parmak uçlarım en az seksen yaşındaki birinin derisi kadar buruşuk görünüyordu. Ona da aldırış etmedim. Bu aralar ruhum da seksen yaşında birininki kadar yorgundu zaten. İçime çektiğim titrek nefes bir balığın kılçığı gibi boğazımı yararak ciğerlerime indi. Yırtılan derimin sesi kulaklarımı parçaladı. Sertçe yutkundum.
Oldukça  umursamaz, karamsar ve çekilmez birine dönüşmüştüm. Zaman ruhumla ters orantılı akıyor olmalıydı. Oysaki büyüdükçe hayatın güzelleşeceğini, insanın daha mutlu olacağını sanırdım. Aslına bakarsanız diğer insanları bilmiyorum, belki de büyüdükçe mutlulukları katlanarak artmıştır. Kim bilir? Herkesin ruhu benimkiyle beraber çamura batmış olamazdı. Bu Tanrı'nın insanlığa büyük bir laneti olurdu. Fakat lanet sadece beni kapsıyordu ve bunu bozabilecek hiçbir şeyim yoktu.
Bu duruma nasıl gelebilmiştim inan bilmiyorum. Fakat ruh halime işlemiş olan umursamazlık ile olumsuz düşünceleri ufak bir çabayla tozlu rafların arasına kaldırıyordum.
Yavaşça havluma uzandım. Havlu, göğsüm ve kalçam arasındaki kısmı sararken üşüsem de giyinmek için ekstra bir hız sarf etmiyordum. Tenime işleyen soğuk vücuduma gerçekçi gelen tek şeydi. Bir an için kaybolmuş, kaybedecek hiçbir şeyi olmayan biri olmanın verdiği hazla titredim.
Islak saçlarımdan çıplak zemine damlayan sular sessizliği bozuyordu. Zihnimdeki karmaşa ve savaşla kıyaslandığında samanlığa düşen bir iğnenin sesi kadar cılız ve belirsizdi ama sessizliğe alışmış kulaklarım için gürültülü geliyordu. Bir havluyla saçlarımı baştan savma kuruladıktan sonra havlunun ayakucuma düşmesine izin verip duvarı boydan boya kaplayan aynaya yaklaştım. Biçimli dudaklarımı, yeni düzeltilmiş kaşlarımı, küçük burnumu, nemli siyah saçlarımla tezat oluşturan pürüzsüz beyaz tenimi inceledim. Her parça kendince güzeldi ama yine de eksik bir şeyler vardı.
Gözlerim aynadaki kahverengi gözlere değince bakışlarımı kaçırdım. O gözler  yorgun görünüyordu. Bir şeyleri kabullenememişti sanki. Üzerine gitmedim. Ona bu gözlerindeki kırgınlığın sebebini soramadım. Kendisi miydi? Yoksa bir başkası mı? Bilmiyor gibiydi ama alışıyordu. Alışmak o gözleri huzursuz ediyordu. Bu hisle yaşamak göğsüne saplanan bıçağı çekip çıkartmak yerine her seferinde daha derine bastırmak gibiydi. Ya da asla uyanamadığınız bir kabusa sıkışıp kalmak gibi. Bir nevi arafta sonsuz işkenceye maruz bırakılmıştım. Ne cennetin huzur dolu görkemi, ne de cehennemin saf ateşi beni sarmak istemiyordu.
İç çamaşırlarımı giyip yatağın üzerinde bağdaş kurdum. Kayla beni rahat bırakmadı, tam karşıma oturdu ve rahatsız edici bir tavırla gözlerini gözlerime dikti. Bu sıralar düşüncelerimin arasına sızmak onun için yeni bir oyun olmuştu. Ben onun asla eskimeyen oyuncağıydım ve o beni yıpratmaya çalışmaktan vazgeçmiyordu. Yorgun bakışlarımı ondan kaçırınca neşeli bir tavırla saçlarını parmağına dolayarak oynamaya başladı.
"Onu özledin."
Sesi dikkatliydi. Bakışları bana attığı oltaya odaklanmıştı. Yemi yutup yutmayacağımı merak ediyordu. Kendine yeni bir oyun daha bulmuştu ve her seferinde ısıtarak bir başkasını getiriyordu. O tepkimi izlerken ben sessizliğe gömülme seçeneğine çift tıkladım, yataktan ayaklarımı sarkıttım; kısa bir süre oynattığım ayak parmaklarımı izledim ve daha sonra iç geçirerek yataktan indim.
"Bu konuda konuşmak istemiyorum."
Minibarımdan babamdan çaldığım bir viski şişesini çıkartıp yatağa geri döndüm. Babamın bu minibarı ağzına kadar içki ile dolu olduğunu fark ettiğinde bana sarf edeceği süslü azarları düşündüm. Kayla'nın sesi babamla olan hayali tartışmamızı böldü.
"Ondan ayrılmayabilirdin."
Bana sunduğu seçenek karşısında ona sert bir bakış attım.
"Hey, sakin ol kızım. Unutamayan sensin. Üzülen, hayal kırıklığının her bir parçasını birleştirmek yerine saklayan yine sensin. Şu yüzünün haline bak."
Cılız bir sesle düşüncelerimin dudaklarımdan sıyrılmasına izin verdim.
"Benden istediği şey, oldukça gurur kırıcıydı."
Düşünceli birkaç bakış atsa da gözlerini üzerimden çekip yatağa uzandı ve tavanı izlemeye başladı. Bu beraber çok sık yaptığımız bir eylemdi. Tavanı izlemek onun çenesini kapatmıştı. Bir süre sessiz kaldı. Ben de bu sessizlikten yararlanıp şişenin ağzına dudaklarımı dayadım, ufak bir yudum aldım. Genzimin yanması bir yana öksürük başıma bela olmuşa benziyordu. Dert etmedim. İnsan her şeye alışıyordu.
"Ona mesaj atmalısın." diyerek sessizliğini bozdu.
Koyu kahverengi gözlerine baktım.
"Onu neden terk ettiğimin farkındasın, değil mi? Yedi aylık ilişkisini insan durduk yere bitirmez. Özellikle ilk ise."
Konuşmamın sonuna doğru gözlerimi beni endişeyle izleyen gözlerin sahibinden kaçırdım.
"Sarhoştu." diyerek aynı bahaneyi yeniden önüme getirdi. Ne önemi vardı ki? Haklı olduğumu biliyordu. 
"Hayır," diye fısıldadı Kayla. Kaşlarını çattı. "Hayır, ona geri dönmeyeceksin." 
"Evet." diye fısıldadım ben de. Sesim sanki saatlerdir konuşuyormuşum gibi güçsüz çıkıyordu.
"Onun sana verdiği hasarın haddi hesabı yok, bu konuda haklısın. Bunu bir daha yapacak kadar aptal olduğunu sanmamakla beraber, aptalca olan her şeyin üzerine defalarca uslanmadan gittiği biliyorum. Ama bu sefer kararlı görünüyorsun." dedi yüzümü ellerinin arasına alıp dik dik gözlerime bakarken. Gözleri zihnimin kapılarına erişmek istercesine odaklanmıştı, başıma küçük iğnelerin saplanmasına neden oluyordu. Yüzümü ellerinin arasından kurtarınca dudakları küçümseyici bir şekilde kıvrıldı.
"Pekala, burada loş ışıkta oturup hayatını nasıl mahvettiğini düşünerek babandan çaldığın içkileri içmeye devam mı edeceksin? Babanın kuralları, annenin istekleri, Savaş'ın beklentileri ve sen? Sen bu denklemin neresindesin?"
İçimde bir yerle Kayla'nın ağzından çıkan kelimelerin doğruluğu yankılanıyordu. Kuralların gölgesinde yaşamak beni görünmez yapmıştı. Tenime sürtünen, kuralları çiğneyip tükürmemi fısıldayan şeytan baskın geliyordu. Dilediğim gibi yaşamak için ilk adımı atmak ne kadar zor olabilirdi ki?
× × ×
Siyah v yaka kazağım, vücuduma yapışan siyah pantolonum ve siyah deri botlarımla hazırdım. Siyah-kızıl tonlarında gözlerime yoğunlaştırdığım bir makyaj ile gözlerim hariç makyajımın geri kalanının oldukça sade, belirsiz olmasına karar vermiştim.
Çanta kullanmaktan hoşlanmazdım. Bazen bir yerde unutacakmışım gibi bir his yayıyordu. Ayrıca hareketlerimi kısıtlıyor ve beni yavaşlatıyordu. Bu yüzden anahtarlarımı, gerekli bir miktar parayı ve telefonumu ceketimin gözüne yerleştirdim.
Gece yarısı olmak üzereydi. Evde kimseye yakalanmadan hareket etmem gerekiyordu. Eğer yakalanırsam işiteceğim azarın yanında odama bedava dönüş bileti kazanırdım. Her zamanki gibi. Belki de ben buydum ve bu olarak kalmam gerekirdi. Altın kafesin sevimli, küçük bülbülü.
Şeytan bir kez daha tırnaklarını tenimde gezdirince hazırlıklı olmadığım için kendime kızdım. Yardımcımız Esra Hanım yemekleri servis etmeden onları uyutacak birkaç damla bir şeyler katmalıydım. Hatta belki de tüm şişeyi. Fazla uyumalarından bir zarar gelmezdi, öyle değil mi?
"Bir dahaki sefere sakla," diye mırıldandım odamdan çıkmadan önce.
İlk kaçışım olacaktı. İstanbul'a yabancıydım. Kaybolabilirdim. Aksanım yüzünden rahatsız edilebilirdim. Ama ciddi bir şey olacağını sanmıyordum. En azından bir an için öyle olmasını umut ettim tereddütlü bakışlarım evin içinde dolanırken. Şeytan omzuma oturmuş beni cesaretlendiriyordu.
Merdivenin korkuluğundan tutundum ve aşağı doğru bakıp hızlıca etrafı taradım. Kimse görünmüyordu. Gözlerimi kapatıp kulaklarımı kabarttım ve dikkatlice dinledim. Gürültüyle atan kalbimin dışında hiç ses yoktu.
Merdivenlerden sessizce inerek evin arka tarafına doğru yöneldim. Mutfaktan arka bahçeye çıkar ve biraz dolanarak garaja ulaşabilirdim. Motorumu bir süre çalıştırmadan ilerlemem gerekecekti, kükreyen sesine birisi mutlaka uyanırdı. Gözlerimin önünde hayali bilet canlanınca kaşlarımı çatarak garaja ilerledim. Çimenler ayağımın altında eziliyor ve hışırdıyordu.
Garaj kapısı şansıma açıktı. Kepenkleri kaldırmak bir sorun daha yaratmaktan başka bir şey olmazdı. Bahçe ışıklarının motorumun siyah yüzeyine dökülüp parıldaması içimde bir şeyleri hareketlendirdi. Sanırım babamdan aldığım en güzel hediye bu şeydi.
Motorumu garajdan çıkartıp çimlerin üzerinde sürüklemeye başladım. Hışırdayan çimenler gecenin sessizliğinde kulaklarımı deliyor, içimi büyük bir korku kaplıyordu. Sırtım yay gibi gerilmişti. Bahçe kapısını görecek mesafede bir ağacın arkasına saklandım ve kapının yakınlarında olan ufak ahşap kulübeye baktım. Kulübenin içerisinde ya da etrafında kimse görünmüyordu.
"Bu gece vardiya her kimde ise belki de kendine kahve hazırlıyordur," diye düşündüm.
Motorumun yanına çömelmiş etrafı gözlemlerken birisi omzuma parmak ucuyla iki defa hafifçe dokundu. Korkudan beynime sıçrayan kanla birlikte sol kalçamın üzerine devrilirken motorum da neredeyse düşüyordu. Güçlü bir el motoru kavradı ve kıl payı ezilmekten kurtuldum.
"Bu saatte burada ne aradığınızı sorabilir miyim acaba, Bayan Blake?"
Kayla yanıma bağdaş kurdu ve meraklı bir tavırla mırıldandı.
"Bakalım bu sefer ne uydurarak paçanı kurtaracaksın."
Onu görmezden gelerek James'e karşı dürüst olmaya karar verdim. Düştüğüm yerden kalkarak elimle kalçamın üzerindekileri silkeledim. Hafif nemli çimlerden ıslanmıştım. Birkaç saat önce yağmur yağmış olmalıydı.
"Bu evde hapis hayatı yaşamaya dayanamadığımı biliyorsun. Bir gece olsun dilediğimi yapabilmek ve yaşıtlarım gibi eğlenebilmek istiyorum. Bir gece için özgür olmak."
Kaşlarını kaldırınca alnı kırıştı. Yeşil gözleri düşünceliydi. En fazla kırk yaşındaydı ve orta yaşlı bir erkeğe göre gerektiğinden fazla karizmatikti. Babamın sağ kolu olmaktan fazlası olmalıydı. Daha önemli bir şahsiyet.
Çenesini kaşıdı ve gözlerini sıkıntıyla kıstı. "Böyle bir şeye izin veremem, üzgünüm Katherine."
Yoluma taş koysa da onun samimiyetine güveniyordum. O bu evdeki tek arkadaşımdı ve benim için üzülüyordu fakat elinden bir şey gelmiyordu. Babama karşı gelebilecek son insandı.
"Sadece bir gece." diye fısıldadım yalvaran gözlerle. Bu evde kafayı yemek üzere olduğumu sadece o anlayabilirdi. Ayrıca bir geceden ne olabilirdi ki? Türkiye'de eğlenebilmek ya da gece dışarı çıkabilmek için izin verilen yaş ortalamasını bilmiyordum ama New York'ta böyle şeyler olağan karşılanıyordu. Hatta makul bir yalvarma sonucunda benim ailem bile dışarı çıkmama izin veriyordu. Birkaç koruma ile birlikte olsa da az çok idare ediyordum. Oysa buradayken ev ve okul arasında mekik dokuyordum.
"Seni yalnız göndermemi beklemiyorsundur umarım? Baban bunu öğrendiği an kafama dayadığı bir silahla hesabını sorar."
"O bir iş adamı, katil değil." diyerek ayak direttim. Ailesine vakit ayıramayan bir iş adamı. Baba olmaktan oldukça uzak biri. Ama katil değil. Kesinlikle değil. O bir karıncaya bile zarar vermeye vakit bulamazdı toplantılarından.
"Yanında bizlerden birisi olmalı. Anlaşabiliyorsan babanın işe yeni aldığı Türk korumalardan birini verebiliriz. İstanbul'u iyi biliyorlar. Aksi takdirde buna izin veremem, dışarı çıkamazsın."
Bakıcı istemiyordum. Her dakika peşimde dolanan takım elbiseli, suratı asık robotlar istemiyordum. Artık değil. Çünkü hepsi bana babamı hatırlatıyordu. Babam ve onun kuklaları özgürlüğümün tadını ağzımda küle dönüştürüyordu.
"Tamam, biri gelsin." dedim motorumu James'in güçlü ellerinden alarak. Sessizce bahçe kapısına doğru yürümeye başladım. Ben bahçeden çıkarken bir Mercedes de beni takip ediyordu. Evden yeterince uzaklaştığımızı düşündüğümde motoruma oturdum ve kükreyen sesinin kulaklarımı doldurmasına izin verdim. Omzuma oturan şeytan şimdi kahkaha atıyordu.
× × ×
Bara geldiğimde yalnızdım. Motorlu taşıtlarla arabalar bir değildi ve gözden kaybolmak benim için nefes almak kadar kolaydı. Sanırım bunu tahmin edememişti. Beni tarif ettiği civarlarda arayacağını biliyordum ve bu yüzden motorumu ıssız bir ara sokağa park ettikten sonra ismini verdiği mekanları es geçerek barlar sokağında gezmeye başladım.
Biraz uzaklaştıktan sonra köşe başında duran gözümü kestirdiğim bir bara girdim. İçerisi oldukça büyüktü. Kahverengi duvarlar, loş bir ışık; şık deri koltuklar... Çalan yüksek sesli müzikten dolayı birbirlerinin kulağına doğru eğilip konuşanlar, şarkıdan sıyrılan kalabalığın arasındaki birkaç tiz kahkaha, havaya karışmış parfüm kokusu.
Sol tarafta bardakları bir bezle silen barmeni görünce kalabalığı yararak ona yaklaştım, önündeki boş olan deri taburelerden birine yerleştim. Ceketimi çıkarttıktan sonra bacak bacak üzerine attığım dizimin üzerine serdim ve ellerimi barın üzerine koyarak ahşap zeminde tırnaklarımla anlamsız desenler çizmeye başladım.
Barmen gülen bir yüzle bana doğru eğildi.
"Merhaba,"
"Merhaba."
Samimiyetten uzak sesim ve düz bir çizgi halinde duran dudaklarım yüzünden suratını astı. Pek sırnaşılacak bir tip olmadığımı anlamış olacak ki sohbet etmekten vazgeçerek işine odaklandı ve ne içeceğimi sordu. Buzlu bir viski isteyerek başımı yanımda yeni dolduğunu fark ettiğim tabureye çevirdim. Mavi gözleri yüzümü incelerken çenesindeki sakalları tek eliyle kaşıdı ve gözlerini gözlerimden ayırmadan barmene seslendi.
"Aynısından fakat buzsuz,"
Belli belirsiz barmenin başıyla onayladığını görür gibi olsam da dikkatim yanıma oturan genç yabancıdaydı. Beynim tekrar çalışmaya başladığında "Önüne dön!" diye bağırdı. Beynimin emrine geç de olsa itaat ederek başımı barmenin önüme koyduğu viskiye çevirdim. Bardağı elime alıp biraz kıpırdattım ve buzların çıkardığı seslere odaklandım.
Birkaç dakika sonra, kendimi bir kez daha ona bakmak için izin isterken bulmuştum. Kalbim heyecanla çarpsa da, beynim hızlı bir biçimde reddetti bu fikri. Barmen başka bir isteğimin olup olmadığını sorarken sessizdim. Düşüncelerim oturmuş heyecanla beni izliyordu. Onlara en son birisine karşı heyecanlandığımda iyi bitmediğini hatırlattığım, bana surat astılar.
Ve sonra cevap vermem gerektiğini fark ettim. Barmen hala bana bakıyordu. İyi olup olmadığımı sorarak istemediğim bir sohbeti başlatmasına fırsat vermeden viskimden büyük bir yudum aldım ve sorusunu baştan savma bir cevapla geçiştirdim. Kesinlikle arkadaş aramıyordum.
"Aksanından buralı olmadığını sezdim." diye mırıldandı tatlı bir ses kulağıma.
Ben de senin tehlikeli olduğunu...
Fısıldayan iç sesime kaşlarımı çattım.
Kalbim hızla atarken bu tepkiye bir anlam yükleyemedim. Korkmuş muydum bu yabancıdan? Yoksa beni heyecanlandırmış mıydı? Kestiremiyordum, şeytan yeniden tırnaklarını tenime sürtmeye başlamışken karar vermek zordu. Zihnimde oluşan ikilemi daha sonra düşünmek üzere bir kenara not ettim.
"Buraya geleli bir sene oldu."
Cümlemi bitirirken gözlerinin içine bakmamaya özen göstererek yüzümü ona çevirdim. Gözlerinin maviliği zihnimi bulandırmak için yaratılmış gibiydi.
"Bir senede dilini bu denli geliştirebilmen büyük başarı." derken kıstığı gözlerindeki takdiri görebiliyordum. Sakallarının çevrelediği biçimli, bir heykeltıraşın elinden çıkmış gibi görünen kusursuz, pürüzsüz dudakları canlanmış, kenarları yukarı kıvrılmıştı.
"Onu öpmeyi mi düşünüyorsun yoksa?" diye mırıldandı Kayla düşünceli bir tavırla arkamdaki taburede yerini alıp bir kolunu omzuma yaslayarak. Şeytan da sol omzuma bağdaş kurmuş Kayla'ya bakıyordu. Aralarında benim anlayamadığım sessizlikten oluşan bir alfabe geçerliydi ve ben bu konuşmaya davetli değildim.
"Şimdi sırası değil." dedim onlara tıslayarak.
"Anlayamadım." dedi yabancı kaşlarını çatarak . Viskisinden büyük bir yudum alarak zaten dağınık olan saçlarını iyice karıştırdı. Ressamın bir başka fırça darbesi saçlarına da dokunmuştu. Beynim karşısındaki tablodan etkilenmiş, yarı baygın bakışlarla detaylarını ezberlemeye çalışıyordu. Beynimin hala etkin kalan kısmıyla ucubeliğimi örtbas etme girişimlerime geçtim.
"Dedim ki annem Türk," ve ufak bir tebessümle ekledim "Babam yokken Türkçe konuşmaya zorluyor."
Gülümsedi. Tam o güzel dudaklarını aralamış bir şey söyleyecekti ki birisi omzuna dokundu. Yüzü ciddileşti. Adam eğilip kulağına bir şeyler fısıldarken yüz hatları gittikçe sertleşiyordu. Çenesi kaskatı olmuştu ve bu hali bana ürkütücü  fakat bir o kadar da etkileyici gelmişti. Kendimi tokatlamak istedim. Etkilenmek yasak!
Yanındaki adamı başıyla onayladı, viskisini bitirerek bana döndü. Yavaşça yaklaştıktan sonra kulağıma tenimi ürpertecek tonda fısıldamaya başladı.
"İlginç birine benziyorsun, fakat acelem var. Umarım yeniden karşılaşırız."
Geri çekildiğinde yüzünde çarpık, kendinden emin bir gülümseme vardı. Ne diyeceğimi bilmiyordum o yüzden birkaç saniyeliğine dudaklarımın kenarı yukarı kıvrıldı ve başımı viskiye yönelttiğimde dudaklarımın kenarı cehenneme dokunabilecekmiş gibi aşağı sarkıyordu.
"Tek bir gecen var, takılma bu kadar." dedi Kayla tekrar omzuma dokunarak.
"Zaten ağzı yamuktu."
Burun kıvırmama rağmen merakıma yenik düştüm ve bardağın altına parasını sıkıştırarak genç adamın arkasından bende ayağa kalktım. Onu takip etmek gibi bir amacım yoktu aslında. Sadece neyin bu kadar önemli olduğunu öğrenip geri dönecektim. Sakin adımlarla ilerlerken beni bu kalabalıkta fark etmeyeceğini umuyordum. Barın arka kapısı olduğunu tahmin ettiğim bir yere doğru ilerliyordu. Yanımdan aceleyle ayrılmasını gerektirecek kadar önemli olan o şeyleri fısıldayan adam da onu takip ediyordu. Kapıya yaklaştıklarında arkamı dönerek dışarı çıkmalarını bekledim. Kendime üç saniyelik kısa bir zaman tanıdım ve süre dolduğunda kalabalıktan sıyrılarak kendimi barın arka kapısından dışarı attım.
Duyduğum ses karşısında irkilerek sırtımı ahşap bar kapısına yasladım.
"Ne demek sadece birazını aldım? Ne demek yerine koyacağım?"
Başımı sol tarafa çevirip hafifçe yaslandığım yerden dışarı çıkardım.
Az önce barda konuştuğum adam, duvar kenarına sıkıştırdığı başka bir adama ürkütücü bir ses tonunda bağırıyordu. Ben olduğum yere sinerken adamın da iki büklüm durduğunu ve acı çeken bir yüz ifadesiyle gözlerini karanlığa diktiğini fark ettim.
Sıkıştırdığı adamın ceketinden çekerek dik durmasını sağlarken "Burada bu ıssız sokakta, soğuk; ıslak ve çamurlu zeminde kan kaybından ölmek ister misin?" diye sordu sert ve soğukkanlı bir sesle.
Adam elleriyle yüzünü kapattı. Sessizliğini koruyordu. Bardaki adamın tahammülü yok gibiydi.
"Söylesene, söyle!"
Bağırarak adamın karnına dizini geçirdi ve adam ikinci kez iki büklüm olurken, ceketinden tutup tekrar dik bir pozisyona getirdi. Deri ceketinin cebinden çıkardığı bıçağı, duvarla bütünleşmiş olan adamın boynuna dayadı ve arkadaşına döndü gülerek. Soğuk gülümsemesi iç organlarımın buz tutmasına sebep oldu.
"İnan bu adamların derdi ne bilmiyorum. Her seferinde bir tane çıkar mutlaka."
Yeniden duvar kenarındaki adama döndü.
"Cevap verecek misin yoksa boğazını deşmemi mi tercih edersin? Ses tellerin olmadan pek işe yarayacağını sanmıyorum, ne diyorsun?"
Olayın ne olduğunu hala anlayabilmiş değildim ve bedenim kitlenmişken zihnim çığlık çığlığa kaçmam için yalvarıyordu. Arkamı dönmek, bara girmek ve her şeyi unutmak istiyordum. Ama işte oradaydım. Nefes bile almaya cesaret edemiyor, ensemdeki tüyler diken diken olmuşken sadece izliyordum.
Tüm bu olaylar olurken,  bardaki adamın arkadaşı olduğunu tahmin ettiğim üçüncü kişi sessiz bir şekilde tıpkı benim gibi olup biteni izliyordu. Yüzünü karanlıkta pek seçemesem de benim aksime soğukkanlı, hatta biraz sıkılmış görünüyordu. Sanki onlar için oldukça sıradan, sürekli karşılaştıkları bir durummuş gibi. Umurunda olmadığı açıkça görünüyordu. 'Bitse de gitsek,' havası kanımı bir kez daha dondurdu.
Duvara sinmiş adamın kısık sesli ağlamasını işitir gibi oldum. Bir şeyler fısıldayınca bir tahmin belirdi zihnimde.    ' Hayatı için yalvarıyor.'
Çok iyi olmayan Türkçe bilgime, bir de mesafe eklenince konuştuklarını anlamakta zorluk çekmeye başlamıştım. Ne vardı birden bire kulaktan kulağa oynar gibi fısıldamaya? Merak içimi yakıp kavururken, beynim mantığımın ışıklarını yakıp kaçmam gerektiğini haykırdı. Arkamı dönmek üzereyken bardaki genç yeniden konuştu. Sesi tükenmiş sabrından izler taşıyordu.
"Boşversene. Bu herkese iyi bir ders olur. Sana merhamet etmiyorum."
Ben kaşlarımı çatmış ne dediğini idrak etmeye çalışırken bir çığlık koptu. Bıçağını adamın bacağına saplayarak derin bir oyuk açacak şekilde etini yararak yukarı doğru çekti. Adam yeniden acıyla bağırınca, üçüncü adam gömleğini yırtarak ağzına bir parçasını sokuşturdu ve bağladı.
Gördüklerim karşısında çığlığı basmamak için bir elimle ağzımı kapattım, diğer elimle de taş duvardan tutunarak destek almaya çalıştım.
"İstersen burada ölebilirsin ama yaşamayı seçiyorsan iki günün var.  O para teslim edilecek. Eğer yaşamayı seçersen ve para bana ulaşmazsa yarım bıraktığım işi daha acılı bir şekilde tamamlarım."
Bıçağındaki parlak taze kanı, yaralı adamın pantolonuna sürterek temizledikten sonra arkadaşına uzattı ve benim olduğum tarafa döndü.
Hızlı bir hamleyle taş duvara tekrar yaslandım ve birkaç adım uzağımdaki çöp konteynırına çömelerek yaklaştım. Adrenalin damarlarımda akıyor, kalbim gürültülü bir biçimde göğüs kafesimden fırlayacakmış gibi atıyordu. Şahit olduğum bu sahnelerden sonra, yakalandığım taktirde geleceğimin pek parlak olduğunu sanmıyordum ve bu düşünce korkudan elimin tıpkı Parkinson hastaları gibi titremesine sebep oluyordu.
Ayak seslerinden yaklaştıklarını hissedebiliyordum. Çömeldiğim yerde gözlerimi kapatarak beklemeye başladım. Hiçbir zaman çok dindar olan bir insan olmamıştım fakat yine de "Lütfen," dedim."Lütfen tek parça eve dönebilmeme yardım et."
Kalbimin gürültüsü kulaklarımı sağır ediyordu ve beni ele vereceğini düşünüp içime salınan korku yüzünden tırnaklarımı etime geçirdim, kendimi sakin olmaya zorladım. Ayak sesleri kulaklarımda çığ gibi büyürken oldukça zor geliyordu.
Adımların gürültüsü azalmaya başlayınca vücudumdaki gerginliğin bir kısmı beni terk etti. Bir süre bekledikten sonra korkarak gözlerimi açtım ve bakışlarım caddeye doğru yürüyen iki çift ayakkabıya kaydı.
İki yabancı köşeyi dönerken saklandığım yerden çıktım. Gözden kaybolmalarını beklemek asırlar sürmüştü sanki. Az önce ne olmuştu öyle?
Beynimdeki acil durum alarmı veren kırmızı ışıkların çoğunluğu sönmüştü ama birkaç tanesi hala buradan toz olmam için gerekli olan sinyalleri gönderiyordu. Bara geri dönmeliydim. Hiçbir şey olmamış gibi insanların arasında yürümeli ve eve dönmeliydim.
Tabii bu gözümün hala duvar dibinde oturan adama takılmasından önceydi. Başını duvara yaslamış, yüzünü gökyüzüne çevirmişti. Karanlıktan dolayı tam seçemiyordum fakat gözleri kapalı görünüyordu. Tıpkı ölü gibi.
Ürkütücü iç sesimin midemi bulandırmasına izin vermeden bakışlarımı birkaç adım ötemdeki barın arka kapısına doğru çevirdim. İkilemde kalmıştım. Bir an önce buradan toz olmak, ilk ve tek gecemi sapasağlam atlatmak istiyordum. Ama bakışlarım yaralı adama geri döndüğünde içimi çektim. Kararımı çoktan vermiştim. Şu an, James'in peşime taktığı adamı atlattığım için kendime kızgındım ve bu gece aldığım kararlardan pişman olmamayı umdum. Gerçi zaten hiçbir şey umduğum gibi gitmiyordu.
Derin bir nefes alıp adama doğru ilerlemeye başladım. Bacaklarım beni taşıyamayacak kadar halsizdi ve titriyordu, diğer yandan midem felaket şekilde bulanıyordu. Yaralı adamın yanına vardığımda gözleri hala kapalıydı. Ölmüş müydü? Bu mide bulantımı bir kat daha arttırdı. Eğer üzerine kusarsam kusmuğumdan beni bulup bulamayacaklarını merak ettim. Bir cinayet suçunu üzerime almaya hazır değildim ve saçma sapan teoriler beynimde cirit atıyorlardı.
Gözlerimi kapattım. Sakin ol, onu sen öldürmedin. Onu bu halde buldun ve miden sadece buna dayanamadı, hepsi bu.
Gözlerimi açıp bacağına odaklanınca yüzümü buruşturdum. Sen yine de kusmasan daha iyi olur.
Kot pantolonu çamur ve kana bulanmıştı. Pantolonun parçalanmış kısmını ayırınca titrek bir nefes aldım. 'Aman tanrım,'
Derin uzun bir yarık, dur durak bilmeyen bir kanaması vardı. Kanamayı durdurmaya çalışan ellerinden yaraya bulaşan çamur görüntüyü daha da kötü bir hale getiriyordu. Titreyen parmaklarımı boynuna uzatıp nabzını yokladım. Zayıftı. Bıçak bir damara denk gelmiş olmalıydı. Etrafımdaki kan gölü bunu açıklar nitelikteydi.

KORELHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin