İçimdeki karışıklık yeni bir boyut kazanmıştı. Korktuğum şeyler listesine yeni giren bu madde, üst sınırlara çıkacak ve beni zorlayacak gibi görünüyordu. Ondan, verdiği bu rahatsız edici üstünlüğünden kurtulmak istiyordum. Daha çok beynimle hareket etmek, daha az hızlanan bir kalp, daha az yüzüme hücum eden kan.
Kanımdaki ateşi fitilleyen ses tonuyla boynuma doğru fısıldadı. “Benden korkman gururumu okşadı.”
Karanlıkta göremeyeceğini umarak kaşlarımı çatıp kalp krizi geçiren kalbimi kontrol altına almaya çalıştım.
“Kaşlarını çatıyorsun, sana hoşlanmadığımı söylemiştim.”
Sıcak işaret parmağının ucuyla kaşlarımın arasındaki çizgiyi düzeltti. Parmağının geçtiği yerler tenimde bir elektriklenmeyi tetikledi ve alev aldı.
“Benimle misin?”
Karanlıkla gölgelenmiş yüzüne çevirdim başımı ve kararsızlığın kokusunu içime çektim.
“Sen tehlikelisin.”
“Dışarıdakiler kadar değil. En azından sana karşı.” diye cevap verdi ve aceleyle ekledi. “Benimle misin?”
Ensemden aşağı bir ürperti inince titredim. Bir yanım kaçmam gerektiğini haykırıyordu, diğer yanım ise kemiklerime sürtünerek beni tahrik ediyor ve zamanı dondurarak onunla beraber sonsuzluğa hapsolmak istiyordu. Karanlık, kızıl bir arzu bedenimi ele geçirme planları yapıyordu.
“Plan nedir?”
Çarpık gülümsemesinin yüzüne oturuşunu izledim. Ben onu süzerken arkasını döndü ve dolabın kapaklarını bir hayalet kadar sessiz bir şekilde aralayıp karıştırmaya başladı. Stresten ayaklarımla ritim tutarken başını dolaptan çıkardı.
“Şunu kes. Geriliyorum.”
Ayaklarım istemsizce duraksarken başını yeniden dolaba gömdü. Ben de tırnaklarımı dudaklarımın arasına götürüp bu sefer manikürümün içine etmeye başladım. Evet, ciddi anlamda kafayı sıyırmaya başladığımı hissediyordum. Vücudumdaki gerilim, stres ve korku daha ne kadar artabilir, ben bunlara ne kadar dayanabilirim hiçbir fikrim yoktu ama bunu araştıracak birkaç bilim adamı istiyordum. Bir de içimdeki hisleri yok edecek tonla ilaç ya da duygularımı kapatacak koca, kırmızı bir buton. Arkamdaki gölgelerin arasından bir ayak sesi geldi ve güçlü bir el omzumu kavradı.
“Bir katil başka bir katile arka çıkıyor. Ne kadar hoş.”
Elini omzumdan çekip beni süzerek etrafımda ufak bir daire çizdi ve tam karşımda duraksadı.
“Seni yıpranmış gördüm, katil.”
Soğuk kahverengi gözleri karanlıkta gökyüzü kadar siyah ve sert görünüyordu. Kısa kahverengi saçları dağılmış, boynundaki ve gömleğindeki kurumuş kan küf kokuyordu. Burnumun bu acı koku karşısında yandığını hissederek yüzümü buruşturdum.
‘Senin burada olmaman gerekiyordu.’
“Seni bu kadar kolay bırakacağımı düşünmüş olman… Ne denir ki? Aptallık mı yoksa saflık mı? Mmm bilemedim.”
Ses tonu kibir ve nefret taşıyor, her kelimeyi beynime bıçak fırlatırcasına sertçe yolluyordu. Huzursuzlansam da kıpırdanmadan durmayı başardım ve gözlerinin içine bakmayı sürdürdüm.
‘Seni ben öldürmedim.’
Soğuk, samimiyetsiz bir sesle güldü.
“Tabii. İlk ve son kurbanın olmayacağımdan eminim ama ben. Sırada kim var? Şuradaki yakışıklı meslektaşın mı?”
Yeniden güldü ve Kaya’nın adımları parkede gıcırdarken odanın gölgelerine karıştı.
“Bir sorun mu var? Yüzün çok solgun görünüyor.”
Havadaki küf kokusu genzime dolunca öksürdüm.
“Sence de burası iğrenç kokmuyor mu?”
Burnunu kırıştırıp havayı kokladı.
“Hayır, sorun yok gibi. İyi misin?”
Geçiştirmek istercesine başımı salladım.
“Öyleyse bu senin.”
Elime tutuşturduğu şeye baktım.
“Kızıllardan mı hoşlanıyorsun?”
İçimi gıcıklayan bir ses tonuyla güldü.
“Bazen.”
İç geçirerek ayna karşısına geçip peruğu yerleştirmeye çalıştım ve karanlığa alışmaya başlayan gözlerimle aynadaki yansımama dik dik baktım.
“Başka renk yok muydu?”
“Sarı hiç senin rengin değil, bence bununla idare et.”
Peruğun kahküllerini düzeltip ‘Olmuş mu?’ diye sorarcasına Kaya’ya döndüm. Ceketinin cebinden çıkarttığı koyu camları olan bir güneş gözlüğünü dikkatli bir şekilde taktıktan sonra peruğumu düzeltti.
“Gece vakti güneş gözlüğü takmam garip olmayacakmış gibi…” diye mırıldanarak gözlüğün arkasından gözlerimi devirdim.
“Evine ceset olarak dönmek istemiyorsan biraz dediklerimi uygulasan iyi olur. Göz devirmeden…”
Ben Kaya’nın gözlerinin bu kadar iyi görmesini CMOS çipine bağlarken iç sesim güldü. Başka türlü bu kadar iyi görebilmesinin imkanı var mıydı sanki? Gölgelerin arasından sıyrılan Bella elimi tuttu ve heyecanla fısıldadı.
“Belki Superman’dir!”
‘Tabii,’ diye mırıldandım. ‘Belki uçar ve bizi Krypton’a götürür.’
“Orası yok olmamış mıydı?” diye sordu merakla.
‘Kimin umurunda?’ diyerek huysuzlanınca Bella elimi bırakarak yeniden gölgelerin arasına gizlendi. Kaya da siyah deri ceketinin üzerine uzun siyah bir palto giydi ve elimi kaçıp yok olmamdan korkarcasına koluna koydu.
“Şimdi dışarı çıkarken kahkaha atmanı istiyorum. Neşeli, belki biraz cilveli. Kapıyı açınca, tamam mı?”
Kısaca başımla onaylayarak işaretimi bekledim. Kaya kapıyı açıp beni dışarı çekerken çok özel bir espriye gülüyormuşum gibi kahkaha attım ve başımı da omzuna yasladım. Kolunu belime sıkıca sararken beni asansöre doğru çekmesine izin verdim. Sırtımda dolaşan bakışlar ise dokunulacak kadar somuttu ve hole bürünmüş gerginlikle iç içe geçip bütünleşmiş sessizlik buzla dolu bir havuza atlamışım gibi bir his yayıyordu tenime. Asansörün gelmesini beklerken sabırsızca ayağımı yere vurmaya başladım. Kaya boşta kalan elini bacağıma kaydırarak beni durdu ve sert bir bakış attı. Derin bir nefes alarak asansöre odaklandım, hala yedinci kattaydı, biri asansörü bırakmamakta ısrarcıydı. Arkamızda oluşan hareketlenme beni olduğum yere çiviledi, Kaya ise sakin hareketlerle arkasını döndü.
“Bir sorun mu var beyler?”
Korkudan kireç gibi olmuş yüzümü hafifçe yana çevirince üç adamın birkaç adım ötemizde tuhaf bakışlarla beni süzdüklerini fark ettim. Sadece dudaklarımın kenarının yukarı kıvrıldığını bilsem de gülmeye çabalayarak elimi Kaya’nın omzuna yerleştirdim ve olabildiğince çift izlenimi vermeye çalıştım. Korumalar emin olmak istercesine kendi aralarında bakıştı, kararsız kalarak öndeki koruma Kaya’nın üzerine yürüdü. Her şey bir anda gelişti ve Kaya beni arkasına çekerken, korumayı güçlü elleriyle diğerlerinin üzerine itti. Koruma gerileyerek ikinci korumanın üzerine düştü fakat üçüncü koruma sıyrılarak belinden çıkardığı silahla bana nişan aldı. Ben korkuyla silaha bakarken Kaya duvardaki bir metrelik yangın söndürme tüpünü alarak üç korumaya da püskürttü ve ağır olduğunu tahmin ettiğim tüpü üzerlerine fırlatarak beni yangın merdivenine sürükledi.
“Seni özel kaçış yollarımdan bir tanesiyle tanıştırayım.”
Merdivenlerden aşağı çekti ve boş duvarın önüne getirdi.
“Sence burada ne var?”
“Duvar.”
“Hayal gücüne hayranım.” Diye mırıldanıp gözlerini devirdi. Duvarı sağ tarafından ittirince duvar döndü ve yerine elektronik bir kapı geldi. Elini mavi ışıklar saçan ekrana yasladı, hızlı bir taranmanın ardından kapı titreyerek yana kaydı. Kaya elimi tutarak beni içeriye alınca kapı sarsılarak eski halini aldı. İçerisi karanlığa gömüldü ve karanlıkta burnumun ucunu bile göremez halde etrafa bakınmaya çalışırken Kaya iki elini çırptı, içerisi aydınlandı.
Bir anda gözümü alan ışık yüzünden gözlerimi kıstım ve gri duvarlarla bakışınca iç çekmeme engel olamadım. Yeniden sığınakta kalıyormuşum hissi iğrenç bir sızıyla içime süzülüyordu.
“Nereye çıkıyor?” diye sordum gölgelerle gizlenmiş koridorun sonuna bakarak.
“Her yere.”
Ben kaşlarımı çatıp ona bakınca yürümeye başlayarak konuşmaya devam etti.
“Burası, bu otelin kalbi gibi. 505 numaralı oda dahil olmak üzere bir çok yere çıkıyor.” Sonra gülümsedi. “Otopark da dahil.”
Yürüdükçe ışıklandırma artıyor, biz ilerledikçe arkamızda kalan yerlerin ışıklandırılması azalıp sönüyordu. Kaya şapkayı ve paltoyu bir kenara fırlatarak yürümeye devam etti.
“Bırakalım yangın merdiveninde dolaşıp tüm katları kontrol etsinler. Biz eve dönüyoruz.”
Onun keyifli ve heyecanlı ruh hali bana da bulaşsın istiyordum fakat endişelenme kısmından öteye geçememiştim. Beynimdeki rahatsız edici tıkırtılar durmadan devam ediyor, yeni teoriler üretiyordu. Yeni, korku dolu teoriler. Ana karakterin hep babam olduğu hikayeler yazıyor, filmler çekiyordu ve bu sırada babam durmadan beni öldürmeden vazgeçmeyeceğini haykırıyordu. Kayla duvarın içinden geçerek önümden yürümeye başladı.
“Belki de gerçek baban bile değildir, belki bu yüzden senden nefret ediyordur.”
Kısa bir gülüşten sonra devam etti.
“Ama, annen de çok seviyor sayılmaz zaten, öyle değil mi? Ah!”
Bana dönerek ince bakımlı ellerini dudaklarına örttü ve çok gizli bir sır paylaşırcasına fısıldadı.
“Belki de evlatlıksındır!”
Sonra yeniden kahkahalara boğuldu ve koridor kahkahasıyla sarsıldı. Boynumun çukurunda bacak bacak üzerine atarak oturmuş olan şeytan da Kayla kadar keyifliydi. Bazen keşke o ince boynu parmaklarımla kavrayabilsem ve vücudundaki tüm oksijeni yakıp harcadıktan sonra, dolaşım sistemine yenilerinin girmesine izin vermesem diyorum. Kayla düşüncelerimin arasına gizlenen karanlık komple teorilerini karıştırıp ayıp bir şey söylemişim gibi bana baktı.
“Tanrım! Sen katil değilsin.”
Gölgelerin arasından sıyrılan beden küf kokusunu beraberinde getirdi ve kolunu Kayla’nın omzuna attı.
“Haberin yok galiba, ben ölüyüm.”
Kayla burnunu kırıştırarak önümüzden yürümeye kaldığı yerden devam etti.
“Kokundan fark etmiştim, son akşam yemeğinde kokarca falan mı yedin?”
Garip sohbetlerine kulak vermek yerine, asansöre binerken Kaya’yı incelemeyi tercih ettim. İlginç bir şekilde huzurlu görünüyordu ve ben bunun için hiçbir sebep bulamıyordum. Yüzü yine anlaşılmaz bir haldeydi. Mavi gözleri benim hiç bilmediğim, bilemeyeceğim sırlarla çevrelenmişti. Ama yine de, huzurlu görünüyordu. Benim aksime… İç sesim homurdandı.
“Keyfin yerinde görünüyor?” diye mırıldandım sonunda soru sorarcasına.
Tek kaşını kaldırıp güldü.
“Öyle mi? Fark etmemişim.”
“Bir sebebi var mı?”
“Hayır,” dedi kaşlarını çatarken. “Sanmıyorum.”
Ve sonra asansörün kapıları açıldı. Ellerimiz yine birleşirken bu durumdan sıkılmaya başladığımı hissettim. Sürekli korunmak zorunda kalmaktan, bir yerlere sürüklenmekten ve küçük bir çocukmuşum gibi elimden tutulmasından… İç çekerek elimi geri aldım, karşılığında tuhaf bir bakış ve kalkık bir kaş ile karşılaştım. Bileğimi ovalayarak “Sanırım burktum.” diye mırıldandım. Anlayışlı yüz ifadesine rağmen ağzının içinde bir şeyler geveleyerek yan yana dizilmiş motorlardan birine oturdu.
“Neden tüm motorların ve arabaların anahtarları üzerinde?”
“Bazen gerçekten çok saf oluyorsun.” Sonra boş boş baktığımı görünce başını iki yana salladı. “Hatta çoğunlukla diyelim biz ona. Bu kat bana özel ve sadece bu asansör ile girilebiliyor. Acil kaçış planım her zaman vardır.”
‘Tabii. Eminim vardır.’
Motora yerleşip kollarımla Kaya’nın belini sardım.
“Sıkı tutsan iyi olur.” diye mırıldandı başını hafifçe yana çevirip.
Beline dolanmış kollarımı, ağaca tutunmuş bir koala misali daha sıkı sardım. Kaya motoru çalıştırdı ve lastiklerin zeminde çıkarttığı sesler otoparkta yankılandı. Başımı Kaya’nın sırtına yaslayarak gözlerimi yumdum. Hiçbir şeyi görmek istemediğimi fark ettim.
Bir süre otoparkta dolandık ve yüzümü ısıran soğuk rüzgarla gerçek dünyaya döndüğümüzü hissettim. Lastiklerin asfaltta kayarak cıyaklamasıyla beraber, motoru çalışan birkaç araba dikkatimi çekti. Gözlerimi, çarpan sert rüzgara rağmen aralayınca takip eden iki Mercedes ile gerginlik kanıma işledi. Artık gerginlik, stres ve ben muhteşem bir grup olmuş gibiydik. Kaya’nın sırtının benimle beraber gerildiğini hissettim.
“Atlatabilecek misin?”
“Sorman hata.”
× × ×
Garaj kapısında durduğumuzda kendimi çok yorgun ve üşümüş hissediyordum. Motoru kapıya yanaştırınca şifreyi girmesini bekledim. Tuşların üzerinde parmaklarını hızlıca gezdirdikten sonra tuşların olduğu tabaka ayrıldı. Kaya ince katmanı kaldırdıktan sonra, ortaya çıkan mavi ekrana elini yaslayarak hızlıca tarattı ve garaj kapısı büyük bir gürültüyle yukarı kalkmaya başladı. Kaya güvenlik sistemini eski haline getirdikten sonra motoru siyah bir Bmw’nin yanına bıraktı, tuşların üzerinde tekrar parmaklarını gezdirdi ve metal kepenk inmeye başladı.
Ceketinin iç cebinden çıkardığı anahtar ile keyifli bir şekilde kapıyı açıp hafifçe eğilerek reverans yaptı.
“Dinçer malikanesine hoşgeldiniz, hanımefendi.”
İçeri geçip ceketimi çıkartırken Kaya ellerini çırptı ve ev bir anda aydınlandı. İtiraf etmeliyim ki gördüğüm en güzel evlerden biriydi. Kaya’nın ince zevkine göre tasarlanmış olduğu birkaç kilometre uzaklıktan bile belli olabilirdi. 505 numaraya kıyasla burası iç açıcı, ferah bir ortamdı. Soğuk kış günlerinde karşısında şarap içerek ısınabileceğiniz bir şömine, büyük, duvarı kaplayan, hayal dünyanızı genişletip içinize çekebileceğiniz farklı hayatlar ve ruhlarla dolu bir kitaplık. Geniş, son derece rahat görünen deri koltuklar, harika yastıklar ve tek bir çiziğin bile oluşmaya cesaret edemeyeceği parlak, zigon mobilyalar.
Ben hayranlık dolu gözlerle evi incelerken, keyifli bir gülümsemeyle beni izliyordu.
“Zevklerim muhteşemdir, farkındayım.”
“Öyleymiş.” diye mırıldandım şaşkınlıkla. “Ve oldukça temiz, düzenli.”
“Buraya sık gelmiyorum. Ama evi temizleyip, kontrol altında tutan birileri her zaman var. Aç mısın?”
“Bu saatte yemek mi yiyeceğiz?” diye sordum gözlerimi kocaman açarak.
“Ben zaten spor yapıyorum, sen de zayıflıktan ölmek üzeresin. Yani pek sorun olacağını sanmıyorum.”
Gözlerimi devirdim.
“Gerçekten ne kadar zayıfladığının farkında mısın? İki haftada nereden baksan yedi kilo vermişsindir. Ben Kaya Dinçer kızına iyi bakmıyor dedirtmem.”
Kaşlarımı çatarak başımı yana eğdim.
“Kızına derken?”
Ceketini çıkarıp koltuğun kenarına bıraktı ve yürümeye başladı. Adımlarını takip etmeye başladım.
“Söylemiştim. Örgüt seni elden çıkarmıştı ve ben aldım. Yani ölmeden benden kurtulamazsın. Ya benimle kalırsın, ya örgüte geri dönersin.” Sonra birden duraksadı ve sırtına çarptım. Yüzünü bana dönerek tehlikeli gözlerini üzerimde gezdirdi. Kişisel alanımı işgal ederek dudaklarını dudaklarımdan birkaç santim ötemde bıraktı. Nefes alamıyor, sertçe yutkunma isteğime rağmen kıpırdayamıyordum. Yüzüm alev alıp cehenneme dönüşecekken dudaklarını araladı ve ılık nefesi dudaklarımı yaladı. “Sana bir sır vereyim. Seni canlı istemiyorlar. Kurtuluşun beni kabullenmekten geçiyor.”
“Beni bırakacağını söylemiştin,” diye mırıldandım dehşet içinde.
“Yalan söyledim. Çok şey biliyorsun. Benden uzağa sadece mezarlığa kadar gitmene izin verebilirim, ceset torbasının içinde yürüyebilirsen tabii.” Çarpık bir gülümseme için sözlerine ara verdi. “Bu gerçekten ilginç olurdu, denemek istersen haber ver.”
Ve sonra arkasını dönüp hızlı adımlarla benden uzaklaşmaya başladığında tek yapabildiğim öylece gidişini izlemek oldu. Format atılmaya ihtiyacım vardı. Beynim mavi ekran veriyordu. Kaya Dinçer bir zehir gibi damarlarıma yayılmış, beni her gün yıkıma götürürken hayatımı yavaş yavaş ele geçiriyordu. Hayatımı geri almak için kararlı adımlarla mutfağa, Kaya’nın yanına ilerledim.
Bir tahtanın üzerinde sakince kırmızı biberleri doğrarken buldum onu.
“Ne yapıyorsun?”
“Kırmızı biberin iç organlarını söküyorum.” diye mırıldandı biberlere odaklanmış bir şekilde ve tohumlarını bıçakla ayırdı.
Başımı yana eğip yanağımın iç kısmını dişlerken bir süre onu izledim.
“Yardım edebileceğim bir şey var mı?”
Doğradığı biberleri bir kaba boşaltırken bıçakla buzdolabını işaret etti.
“Salça çıkartabilirsin. O da senin gibi hemen her şeye burnunu sokuyor zaten, tanırsın hemen.”
“Bu iğneleyici laflar neden?”
“İğneleyici mi? İltifat ediyordum. Salça lezzetlidir.”
Cevap vermek yerine siyah çift kapılı buzdolabı aralayıp salçayı aramaya başladım. Ağzına kadar dolu dolabın içerisinde bir şey bulmak zordu.
“Buraya pek gelmediğini söylemiştin.” Dolabın kapağındaki süt kutusunu çıkardım ve bir uzaylıyı incelemeye almışım gibi keskin gözlerle baktım. “Bunların bozulmadığından emin misin?”
“Geleceğimizi ve bir şeyler almalarını söyledim.”
“Burada baya bir şey var.”
Güldü.
“Bulamadın galiba? Alt raflara bakın.”
Hafifçe eğilip raflardaki konserveleri bir o yana, bir bu yana itiştirerek salçayı aramaya başladım. Bir el belime dolandı ve kalçama uygulanan basınç ile bir sıcaklık endişe verici şekilde yayıldı. Karnımdan göğsüme doğru uzanan ve iç organlarımı sarmalayıp etkisi altına alan his yoğunlaşınca sertçe yutkundum. Kaya’nın nefesi boynuma çarparken ayaklarımın altındaki zeminin kaydığını hissettim. Boşta kalan eliyle salçayı ustaca dolabın derinliklerinden çıkartırken geri çekildi ve kalçamdaki sertlik kayboldu.
“İşte bu kadar kolay.”
Beynimdeki boşluk hissi vücuduma yayılırken bacaklarım hissiz kaldı ve soğuk mermerle buluşmamı engelleyen tek şey bir anda belime dolanan güçlü kollar oldu. Buz mavisi gözlerinde turuncu lekeler genişlerken çarpıcı gülümsemesiyle kanımı ateşledi.
“Sana aç olduğunu ve çok zayıfladığını söylemiştim. Güçsüz düştün.”
Kalçamdaki sıcaklık hissi boşluğa rağmen yeniden alev aldı.
Güçlükle konuşarak “Tabii, kesin ondandır.” dedim. Kaya doğrulmama yardım ederken, ‘Kesin seninle hiç alakası yoktur.’ diyerek devam etti iç sesim.
Dolaptan bir tava çıkartarak ocağın üzerine bıraktı ve altını açarak doğradığı soğanları, biberleri bir miktar yağ ile kavurmaya başladı. Ben de boş durmamak için dolapları karıştırarak iki servis tabağı ve çatal aramaya koyuldum, salçanın aksine (!) daha çabuk bir şekilde yardım gerekmeden buldum. Kuşbaşı doğranmış tavukları kavrulmuş malzemelerle sotelerken, masada oturup onu izledim. Bir taraftan özel soslu makarnasını yapıyor, içine kattığı gizli tarifleri es geçerek kısaca anlatıyordu.
“Biliyorsun, yemekleri ben de yapabilirdim.” diye mırıldandım ocağın başındaki bana dönük olan geniş sırtını izlerken.
“Yapabilir miydin?” diye sordu hayretle.
Gözlerimi devirdim.
“Ben bir kızım.”
“Fark etmemişim.” diye mırıldandı ve tahta kaşığının ucuyla tavuk parçalarından biri alıp üflemeye başladı. Kaşıkla beraber bana yaklaşıp uzattı. “Tadına bakmak ister misin?”
İçinde boğulabileceğimi hissettiğim derin gözlerinden bakışlarımı koparıp kaşığa çevirdim. Masanın üzerine eğilerek kaşıktaki parçayı ağzıma götürdüm ve enfes sosuyla dilim şaşkınlığa uğradı.
“Vay canına. Yemeği senin yapmış olmana sevindim.”
Parmağını dudağımın kenarında gezdirip ağzına götürdü ve bakışlarımla karşılaşınca afalladı.
“Sos kalmıştı dudağının kenarında ve… Şey, neyse yemek hazır. Tabaklara servis edeyim ben.”
Robotumsu mekanik hareketlerle benden uzaklaşıp yemeği servis yapmasını izledim. Tepeleme doldurulmuş olan tabağıma çiftleşen iki karınca görmüşüm gibi baktığımı görünce “O tabak bitecek.” diye mırıldandı annevari bir tavırla.
“Tamam, anne.”
Kaşlarını çattı.
“Sana iyi davrandığım için sınırlarını zorlamaya başladın. Yeniden yatağa kelepçelenmek mi istiyorsun? Yaramazlık yapmaya devam edersen sonu iyi olmayacak.”
“Modern bir köle sahibi olduğunu söylemiştin?” diye mırıldandım huysuzca ve tabağımdaki tavukları çatalımla didikledim.
“Öyleyim zaten. Seni karanlık bir odaya zincirlemediğime dua etmelisin. Şimdi yemeğinle oynama da güzelce ye, yorucu bir gündü. Vücuduna biraz protein girerse daha iyi hissedeceğim.”
Ona irileşen gözlerimle bakınca gözlerini kaçırıp devam etti. “Sonra ayılıp bayılıyorsun, her dakika seni kucağımda taşıyamam.”
Başımı salladım ve sessizce yemeğimi yemeye koyuldum. Keyifsiz ruh halim yüzünden düğüm düğüm olmuş midem ile bir şeyler yemek çok zordu. Ben şu mutsuz olduğunda, depresyona girdiğinde tonlarca yemek yiyen, çikolata ve pastaya kafasını gömen kızlardan olamamıştım hiç. Eğer mutsuzsam boğazım kilitli, mideme giden yol ise trafiğe kapalıdır. Yine de kendimi yemeye zorladım. Kaya bir konuda haklıydı. Güçten düşüyordum ve peşimde kuyruk olan düşman ordusunu düşününce askeri eğitim bile almamın az geleceğini hissediyordum. Kaya, Kaya’nın çalıştığı örgüt, saygıdeğer babam ve onun minik ordusu. Kesinlikle yeterince sorunum vardı. Hastalanıp yatağa düşmek ihtiyacım olan son şeydi.
Çatalımla bir tavuk parçasını sosa bulayıp tabağın içinde amaçsızca gezdirirken Kaya ayaklanıp marketi aratmayan buzdolabına ilerledi. Gözlerimi çatalımdan ayırmadım. Kendi işime bakmam gerekiyordu. Olabildiğince Kaya’dan uzak durmalı, aramıza uzun ve kalın bir duvar örmeliydim. Bunu çok uzun zaman önce yapmam gerekiyordu. Ona yakın olmak bana iyi geliyordu ve iyi gelmesi kötü bir şeydi. Ayrıca içine düştüğüm durumların hiçbirinden tek başıma kurtulamıyordum. Erkeklerin dünyasında ayakta kalmaya çalışan ufak zayıf bir kız olduğumu hissediyordum ve bundan iliklerime kadar nefret etmiştim. Ona kendimden daha fazla güveniyor olmam omzumda oturan şeytanı kızdırıyordu. İçimdeki zayıflığa yeniden yenik düşüp Kaya’nın buz mavisi gözlerinde boğulmadan önce kendime gelmem gerekiyordu.
Moralim bozulmuş masadan kalkmaya hazırlanırken önüme konulan koca bir bardak kola ile karşılaştım.
“İyi gelir diye düşündüm.”
Kolanın içinde titreşen ve bardaktan dışarı zıplayan asitlere baktım. Yüzeyi davetkar bir şekilde köpürüyordu ve soğukluğu bardağı buğulandırıp ‘İç beni!’ diye haykırıyordu. Bu tahrik edici, dikkat dağıtıcı maddeden gözlerimi çekip kopardım.
“Ben yorgunum, iyi geceler.”
Kaşlarını çattı.
“Ne yani kolanı içmeyecek misin?”
“Hayır.” diye mırıldandım en ifadesiz ses tonumla.
“Öyleyse gerçekten yorgun olmalısın.”
‘Ya da kırgın.’ diye fısıldadı iç sesim. ‘Belki bıkkın.’
“Sana odanı göstereyim.”
Boş tabağını tezgaha bırakırken, Kayla yanımdaki sandalyeye oturdu.
“Demek ayrı uyuyacaksınız.”
Keyifli bir sesle güldü. Boş bakışlarımı geniş gülümsemesinden çekerek ayağa kalktım. Bunu ve ne hissettirdiğini düşünmeyi reddederek tabağımı Kaya’nın boş tabağının üzerine bıraktım ve Kaya’nın peşine takıldım. Merdivenleri tırmanarak beni üst kata çıkardı, koridorun sonundaki odada durdurdu.
“Burası senin. Dolapta üzerine uyacak kıyafetler, ayağını sıcak tutacak ayakkabılar ve şu sevdiğin kareli pijamalardan bulabilirsin.”
Sessizce yüzüne bakmadan başımla onayladım.
“Hemen yanındaki odada olacağım, bir şey olursa çığlık at.”
Boğazım kurumuş, kelimelerim sessizleşmişti. Hepsi Kaya’dan kaçıyormuş gibi ruhumun derinliklerine saklanmıştı. Saklandıkları yerden çıkmaları için zorlamadım onları. Ben de ruhumun derinliklerine saklanarak cevap vermeden odaya girdim, fısıltı kadar sessiz bir şekilde kapıyı arkamdan örttüm. Oysa beynimdeki fırtına ruhumu esir almış, yaklaşan kasırganın habercisiydi.
Benim bedenime uygun, benim için ağzına kadar doldurulmuş olan dolabı aralayıp içindeki giysilere göz attım. Şık elbiseler, pantolonlar, kazaklar, birkaç renk deri ceket, uzun kabanlar ve birbirinden güzel kaliteli ayakkabılar. Sanırım bir dakika için zengin ve zevk sahibi biri tarafından alıkonulduğum için Tanrı’ya minnet duymuştum. En azından evdeki dolabımı aratmıyordu.
Üzerimdeki kıyafetleri sıyırıp ayaklarımın dibine düşmesine izin verirken asla olmayacağını bilerek sıkıntılarımın da bu kadar kolay dökülebilmesini diledim. Artık bana ait olan dolaptan v yaka kısa kollu gri bir tişört çıkarttım. Kalçamı örtecek kadar uzun ve hoştu. Çıkardığım kıyafetleri katlayarak dolaba yerleştirdim. Dizime kadar uzanan gri bir çorabı ayaklarıma geçirip gözüme ilişen pandufa uzandım. Gerçekten bunu da mı almıştı?
Ayaklarımı ısıtan panduflarıma sevimli bakışlar attıktan sonra kendimi yatağın üzerine bıraktım. Hemen yastığımın yanı başına bırakılmış tüylü varlıkla işte o zaman karşılaştım.
“Merhaba, bıyıklı.”
İri mavi gözleriyle bana bakmaya devam edince gülümseyerek kollarımın arasına aldım.
“Amma da konuşkanmışsın, yahu. Sohbetine doyum olmuyor.”
Tüylerini okşadım bir süre sessizce. Sonra mavi gözlerdeki yabancılık içimde dolaşan hüzünle karşılaştı ve oyuncağı duvara fırlattım.
“Kendi kedimi özledim.”
Kendi kedimi, kendi yatağımı özlemiştim. Gerçekten bana ait olan şeyleri. Oysa Kaya’nın yanındayken her şeyim kiralıktı. Kıyafetlerim, odam, yatağım hatta duygularım bile. Sahip olduğum her şeyin yavaş yavaş benliğimle beraber yitip gittiğini hissediyordum.
“Uyu.” diye fısıldadı Kayla saçlarımı okşayarak. “İyileşeceksin.”
İyileşmek, ruhu yeniden huzura kavuşturmak mümkün müydü? Belki ölüme ulaşırsak, evet.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KOREL
RomanceROMANTİZM'DE #20 Sevgi dolu bir insandım ben, birkaç kez ölmeden önce. Neşeli ve hatta renklere sahip... Şimdi ise beni avlamak isteyen, yatağımın altında gizlenen canavarlarla boğuşuyorum. Hayatta kalmak ve sınırlarımı korumak için her canavarın da...