Kaya oda servisini kapıda karşıladı. İçerisinin müsait olmadığını belirterek servis arabasını yarı çıplak bir şekilde, utanarak odanın kapısından ayrılan kızdan teslim aldı ve yatağın ayakucuna yanaştırdı. Şu anki kelepçeli halimi gören bir insan tuhaf bir fantezi denediğimizi düşünebilirdi ama bazı şeyler bazı zamanlar göründüğü gibi olmayabiliyordu. Darmaduman olmuş yatak, ahşap zemini süsleyen saten yastıklar, yarı çıplak halde yatağın başlığındaki demirlere kelepçeyle bağlanmış ben... Birilerinin gecesi oldukça yoğun geçmiş denilebilirdi.
Fakat ben yirmi dakikadır kelepçeliydim ve şimdiden bu durumun beni feci halde boğduğunu görebiliyordum. Sanki bileğime değil de boynuma takılmış bir tasma vardı ve sıkıştırıldıkça sıkıştırılıyordu. Hayatımı yöneten, tutsak edildiğim bir yerden kaçarak daha beterine saplanıyordum. Bu sefer zincirlerim gerçekti. Tutsaklığım tescilliydi. Karanlık batak her adımımda beni içine çekiyordu ve artık özgürlüğümü o karanlıkta arayacak gücüm kalmamıştı. Buna rağmen ailemi ve evimi özlediğimi söyleyemezdim. Özgürlüğümün bacağına ilk kurşunu sıkan ailemdi ne de olsa.
Boğazıma takılan yumruyu gözyaşlarımla beraber geri itmeye çalıştım. Her nefes alışımda çaresizliğin beni derin kollarında ninni söyleyerek uyutmaya çabaladığını hissediyordum. ‘Buradan kaçıp aileme dönsem ne değişecek ki?’ diye düşünmeden edemedim. Muhtemelen okuldaki korumam arttırılır ve evin bahçesinden dışarı adım atamazdım. Uzun süreli ev hapsi. Bir on sekiz yıl kadar daha.
’Bırak ne olacaksa olsun. Bırak. Her şey olacağına varır.’
Kaya çaresizliğimi gözlerimden okumuş gibi anlayışla baktı. Alışmaya başladığım güzel sessizliğini korudu. Zaten ne diyebilirdi ki? Üzgün olduğunu mu? Hiç sanmıyorum.
Servis arabasını yatak ile siyah oyma dolabın arasına alarak bana yanaştırdı.
“Ye.”
Verdiği emir karşısında tepkisiz kalmayı seçtim. Midem boş olsa ve yemekleri gördüğünde isyan edercesine guruldasa da, vücudum açlıktan güçsüz düşse bile umurumda değildi. Boşta kalan kelepçesiz sol elime baktım. Yatağın üzerinde cansız mankene aitmiş gibi öylece uzanıyordu. Kaya iç çekerek yanıma oturdu. Eline aldığı incecik dilimlenmiş kare şeklindeki ekmeğe önce bir kahvaltı bıçağıyla tereyağı, daha sonra peynir sürerek bana uzattı. Sol elim bu duruma da tepkisiz kalınca artık sinirlenmeye başladığını hissettiğim bir homurtu ile ekmek dilimini dudaklarıma yaklaştırdı. Dudaklarımı aralamayarak vücuduma iyi gelecek olan besini almayı reddettim. Kahverengi kaşlarını çattı, ekmeği dudaklarıma bastırarak zorladı birkaç kez.
“Vuuuuvvvv. Uçak geliyor...”
Bu saçma annevari tavırları normal bir zaman dilimi içerisinde benim gibi bir suratsızı bile güldürebilirdi fakat dudaklarım düz bir çizgi halinde kalmayı sürdürürken ekmek dilimi havada birkaç anlamsız şekil çizdi ve uçak pisti olan ağzıma iniş izni istedi. Kule tarafından dördüncü kez kaale alınmayıp reddedildiğini görünce sinirden gözü dönmüş pilot, uçağı iki kişilik kahvaltı masasının ortasına fırlatarak dumanı tüten kahve fincanın devrilmesine sebep oldu. Birkaç dilim ekmek ve kızarmış salamlar sıcak kahveyle buluştu. Bir hışımla ayağa kalktı ve ellerini gür kahve saçlarında gezdirdi.
“Ben çocuk bakıcısı değilim. Ama sen bir çocuktan farksızsın.”
Güçten düşmüş halsiz vücudum aldığı yorgun nefeslerden birini gürültüyle verirken zihnimden geçenlerin tek kelimesini bile değiştirmeden kurumuş dudaklarımdan dışarı saldı.
“Bakıcıya ihtiyacım yok benim. Hiçbir zaman da olmadı. Kimsenin bunu anlayamamış olması benim suçum değil, çünkü hiç kimse hiçbir zaman beni dinlemiyor.”
Yatakta sağa dönerek cevap vermesini beklemeden sol elimle yorganı başıma örttüm. Bu sıralar saklanma yöntemim bu gibi görünüyordu fakat işe yarayacağı meçhuldü. Sanki yorganın altında saklandığımda tüm o korkular, çaresizlikler, kötü insanlar, katiller, canavarlar, hissettiğim hayal kırıklıkları, geçmişte bana iyi gelen ama şu an su yüzüne çıktığı anda derimin içine işleyen; asit gibi derimi yakıp parçalayan anıların hepsi geride kalıyordu. Yorganın altı başka bir dünyaydı sanki. Daha sakin, daha huzurlu, daha acısız. Morfin verilmiş ve uyuşturulmuş gibiydim fakat acı aslında hep oradaydı.
Yorganın üzerindeki acımasız dünyadan, kendi benliğimi dinleyerek sakinleştiğim huzur diyarıma; hayal kırıklığının kanatan keskin parçalarına binip, sahiplik eden acı sızıyordu. Hep oradaydı ve ben görmeyi reddetsem bile bozuk bir musluktan akan su damlaları gibi akıyor, akıyor; biriktiği yerden yüreğime sızıyordu. Yorganın altındaki karanlıkta ciğerlerime çektiğim sıcak havadan başka bir şey kalmadığında, terleyen yüzümle beraber yüzeye çıkma ve temiz, serin havayı soluma ihtiyacı hissetsem de odayı dolduran güneş ışınlarına ve Kaya’nın soğuk mavi bakışlarına hiç mi hiç hazır hissetmiyordum. Fakat Kaya adının düşüncelerimde geçtiğini zihnimden okumuşçasına yatağın sağ tarafına çöktü ve can çekişen düşüncelerime ara verdi.
“Hala boğulmadıysan kalk ve giyin.”
İçimdeki duygu karmaşasını göremeyeceği ücra köşelere iterken gözlerime sert bir ifade yerleştirmeyi unutmadım. O fark etmedi. Bileğimi saran, artık bana bıkkınlık getirmiş olan kelepçelerden beni kurtarmakla meşguldü. Elim özgürlüğüne kavuşurken benim bileğimi ovuşturduğum sırada, o tuhaf bir şekilde bende kelepçeleri her zaman aynı yerde bulundurduğunu izlenimine kapılmama sebep olan ikinci çekmeceye yerleştirdi. Belki de takıntılı bir seri katilin otel odasında tutsak kalmıştım, kim bilir?
Hala üzerimde bulunan kazağı gördüğümde huzursuzca kıpırdandım. Böyle kalmam mümkün değildi ama zaten o beni giyinebilmem için düşüncelerimden sıyırmamış mıydı? Yani ben yorganın altında ufak bir iç savaş verirken, o bana bir şey getirmiş ya da getirtmiş olmalıydı.
“Sana birkaç parça kıyafet seçtim. Üzerine uyacağını tahmin ediyorum.”
Çapkın bir gülümsemeyle ekledi.
“Genelde böyle şeylerde yanılmam.”
Ve Tanrı güldü. Başlı başına insanlıktan uzak bir yaratıktı. Bunun beni etkilemesine izin veremezdim. Yeterince tekrar edersem daha kolay uygulayabileceğimi düşünüyordum. Derimin altında fokurdayan kanı zihnimin köşelerinden birine iterek düşünmek için rahat bir alan açtım. Benim için siyah elbise kılıflarından birini seçti ve bana uzattı. Bunu giymemi istiyordu. Fazla kısa ya da bana ters gelecek türden bir şey olmamasını umarak fermuarı aşağıya doğru indirdim.
Beyaza çalan, belden oturtmalı krem rengi elbiseye hayranlık dolu gözlerle baktım. Dolabımda asla yer edinemeyecek türde bir renkti. Derin dekoltesine rağmen temizdi, saftı. Umut ve sevinç taşıyordu. Oysa benim rengim gecenin karanlık tonlarından ibaretti. Gözlerimi elbiseden ayırarak askıdaki diğer kılıflara çevirdim.
“Koyu renk bir şey yok mu?”
“Var ama bunu giyeceksin.”
Çenesiyle hala elimde tuttuğum, benim karanlığımın yanında çok fazla aydınlık saçan elbiseyi işaret etti. Bu şeytanın cennette beyaz kanatlarla dolaşması gibiydi. Tabii eğer dünyadaki cehennemden başka bir cehennem daha var ise. İtiraz istemediğini ses tonundan onu hiç tanımayan biri bile anlayabilirdi. Buradaki onu hiç tanımayan biri örneği bendim sanırım. Adı dışında bildiğim hiçbir şey yoktu. Ama işte buradaydık ve içime sinmese de patron oydu. Yeni öğrendiğim deyimlerden birini uygulamaya karar vermiştim. Bu deyime göre köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek gerekiyormuş. Buradaki ayı, benim tanrı görünümündeki zorba kurtarıcım oluyordu.
Kısa bir oflama eşliğinde banyonun yolunu tuttum ve içeri girdikten sonra kapıyı iki kez kilitlemeyi ihmal etmedim. Elbisenin bulunduğu siyah kılıfı çıkartarak güzel elbiseyi elime aldım ve havaya kaldırdım. Başımı yana yatırdım, yanağımın iç kısmını dişleyerek elbiseyi incelemeye başladım.
“Beyaz giyinmek seni öldürmez.”
Ağzımın içinde gevelediklerime yarım ağızla keyifsizce gülen Kayla mırıldandı. “Krem rengi o aptal. Hem aptal, hem renk körü.”
Onu görmezden gelerek elbiseyi incelemeye devam ettim. Ha beyaz ha krem rengi. İkisi de aydınlığın tarafındaydı. Karakterimle büyük tezat oluştursa da benden başka herkese yakışacak kadar güzeldi. Elbiseyi giyinmek üzereyken aynadaki yansımamla göz göze gelince duraksayarak kapıya yöneldim. Hayatımda bu kadar solgun ve berbat göründüğümü hatırlamıyordum.
Kapının arkasından, “Duş alabilir miyim?” diye bağırarak gelecek olan cevabı merakla beklemeye başladım. Bir tarafım gaddar kurtarıcımın olumsuz cevap vereceğini düşünürken, hediye ettiği elbiseye yakışan nazik bir cevap vereceğini düşünen tarafım baskın geliyordu.
“Kapıyı aralık bırak, temiz havlu getiririm.” cevabı beni ikinci kez sarsmıştı. Bazı hareketleri beni ürküterek kaçmak istememe sebep oluyorken, bazı hareketleri de sevgilimle rahatlatmak için çıktığım bir tatil gibi hissettiriyordu ve Kaya Dinçer tüm dengemi altüst edecek bir oyuna sürüklüyordu beni. Ben düşüncelerimin sırtına binmiş oradan oraya dörtnala koşarken ne yapacağımı bilmez halde birkaç dakika boş boş kapıya baktım ve içim içimi kemirse de anahtarı kilidin üzerinde iki kere sola çevirerek derin bir nefes aldım. Benimle ilgili başka türlü planları olsaydı, bunu beni yatağa kelepçelediği sırada yapabileceğini kendime hatırlatarak bir nebze de olsa içimi rahatlatmaya çalıştım.
“Birkaç kez sana yaklaşmadı değil.”
Kulağıma fısıldayan Kayla sırtımdan soğuk terlerin boşalmasına neden olurken kazağı çıkardım ve iç çamaşırlarımla beraber beyaz, inci gibi parıldayan soğuk zeminin üzerinde ufak bir yığın olarak bıraktım. İçimden küvete girmek gelse de şu an küvet keyfi yapacak lükse sahip değildim. ‘En yakın zamanda’ diyerek ufak bir özlem bakışı attım küvete.
Kalın cam sürgüleri örterek kendimi duşakabine hapsettim ve tuşlarla oynayarak yeterli sıcaklığı ayarladım. Kaya gelmeden buharla kaplanmış camlar arkasına gizlenmek istiyordum. Çünkü çekebileceğim bir banyo perdesi yoktu, duşakabinin camları buğulu mozaiklerden yapılmamıştı. Boydan boya beni ve çıplak vücudumu sergileyecek bir cam vardı. Kaya Dinçer ile beraberken saklanmak her açıdan zor gibiydi. Ürpertimi bastırarak tuşlarla oynadım ve sıcaklığı yükselterek buharların yolunu açtım.
Nane kokan bir şampuan ile saç diplerime yaptığım masaj, başımı biraz olsun rahatlatabilmişti. Akan sıcak su tenimi okşayarak vücudumu canlandırıyor, nerede olduğumu, ne kadar boka battığımı kısa süreliğine de olsa beynimin ücra köşelerine itebilmemi sağlıyordu. Duvarlar gittikçe yaklaşıyor, uzaklaştırmak istediğim düşünceler artıyordu. Yakında etrafım sarılmış olacaktı. Yakında düşüncelerden kaçamayacaktım.
Kapıyla beraber gözlerim de aralandı. Kabindeki buharın saklanmama yetecek kadar olduğunu görünce rahat bir nefes aldım. Kapı kapanınca etrafı dinledim. Kaya çıkmıştı.
Bir an iyi biri olduğunu hissettim. Beni kurtarmıştı. Yemek yemeyi reddettiğim zaman benimle küçük bir çocukmuşum gibi ilgilenmiş, yarı çıplak gezinmemem için - yarı çıplak gezineceğim - başka yeni elbiseler almıştı. Yine de hoş elbiselerdi. Asil ve şık elbiseler... İçinde fahişeymişim gibi beni yaralayacak türden değildi.
Şampuanı ve çikolata kokan vücut kremini iyice duruladım. Nane ve çikolata ilginç bir ikili olmuştu ama ferah, tatlı kokulardı. Derin derin içime çektikten sonra yeterince durulandığıma karar vererek suyu kapattım ve duşakabinin sürgülerini açarak sauna görünümlü buharlı banyoya adımımı attım. Buhar yüzünden hiçbir şey göremediğimden el yordamıyla havluyu aramaya kalkmışken, biri yüzüme havluyu attı. Havluyu başımdan çıplak bedenime çekerken ufak bir çığlıkla birkaç adım geriledim. Beceriksizce havluyu vücuduma dolarken Kaya kocaman ellerini dudaklarıma örterek çığlığıma son verdi.
“Elimi çekeceğim, bağırmak yok.”
Ateş püskürten kısılmış gözlerimle ona öldürücü bakışlar atmak ve kaşlarımı çatmaktan öteye geçmeyince elini çekti. Bir elimle havlumu tutmaya devam ederken, boşta kalan elimi kaslı göğsüne yerleştirerek var olan tüm gücümle ittirdim. Bu aralar midemin boş olması nedeniyle güçten düşmüş olmasam bile onun için kolay lokmaydım. Bir milim bile kaymadığını görünce elimi göğsünden çekerek kapıyı işaret ettim. Olabildiğince tekdüze bir sesle konuşmaya kendimi zorladım.
“Çık dışarı.”
Edepsizce güldü. Gülüşündeki bir şeyler tenimde buzlanma etkisi yaratıyordu.
“Daha önce görmediğim şeyler değil.”
“Ne demek istiyorsun sen?”
Kelimeler dudaklarımdan döküldüğü an beynimdeki köşeli olduğunu tahmin ettiğim jetonlar birer birer düştü ve beynim çalışmaya başladı. Bahsettiği şeyi anladığımda iç organlarıma kadar kızarıp yandığımı ve nefessiz kaldığımı hissettim. Yüzümü tiksintiyle buruşturdum ve çelik gibi sert bir sesle aynı kelimeleri bu sefer üzerine bastırarak söyledim.
“Çık dışarı!”
Masum bir gülümsemeyle birlikte ellerini yukarı kaldırdı, birkaç adım geriledikten sonra beni çıldırtmayı başaracak kadar sakin bir sesle “Bu kadar hırçınlaşmana gerek yok, zaten tipim değilsin.” diyerek banyodan çıktı.
Sinir katsayım tavan yapmış olsa da konuşurken kendimi kaybetmemeye ya da kafasına bir şeyler fırlatmamaya özen göstermek için zorluyordum. Bunu kaçarken yapabileceğimi zihnime not etmeyi unutmadım.
Beni delirterek akıl hastanesine yatırmak için kaçırdıkları da zihnime süzülen saçma salak teoriler listesindeydi. Yani bu dengesiz ruh halini başka bir şeye yormak pek mümkün olmuyordu. Kaçırıldığımdan beri birçok duyguyu bir arada yaşıyordum ve bu duygu yoğunluğu bana oldukça ağır geliyordu. Havluyla banyonun soğuk zeminine oturup ağlamak ile hiçbir şey olmamış gibi giyinerek içeride ona meydan okumak arasında sıkışıp kalmıştım. Beynimin duvarları düşüncelerimi ezerek bulanıklaştırmaya başlıyordu. Artık tam da bir şeyleri kaldıramayacağımı düşündüğüm sırada Kayla karşımda belirdi. Yüzü anne şefkatiyle aydınlanmıştı. Benim kendi annemde hiç tanık olamadığım bir şefkat pırıltısıydı bu ve beni hüzünlendirmişti. Önce bana sıkıca sarıldı, daha sonra elimi tutarak beni aşağı çekti; oturmaya zorladı. Islak saçlarım havlumu sırılsıklam ediyordu ve artık üşümeye başlamıştım ama umursamadım. Soğuk algınlığı şu sıralar dert edeceğim sorunlar arasında ilk ona bile yerleşemezdi.
“Nasıl hissediyorsun?”
Kaşlarını çatmış, koyu kahverengi gözlerindeki acıma duygusuyla kararmış ruhuma bakıyordu. Bana kimsenin acımasını istemiyordum. Bu bakışı hiç kimsenin gözlerinde görmek istemiyordum. Sadece bu sıralar aksilikler birbirini kovalıyordu ve benden yana olmayan şans sertçe darbelerini sırtıma ardı ardına indirip beni düşürüyor, bana toparlanabilmem için fırsat tanımıyordu hepsi bu.
Önce Savaş, sonra ailemin artan baskısı derken yeterince bunalmıştım. Kaçırılmam ve Kaya’nın beni kurtarmasına karşılık bir yandan da bana uyguladığı zihinsel işkenceler son damla olmuştu. Yani bir insan ya iyidir ya da kötü. Kaya Dinçer dengesizliğin beden bulmuş haliydi. Tanrılar hiç dengesiz olabilir miydi? Sanmıyordum. Ama Kaya Dinçer dengesiz, ukala, edepsiz ve umursamaz bir Tanrıydı.
Keşke gerçek biri beni kurtarabilseydi...
Peki kim kurtaracaktı, babam mı? Kaçırıldığımı düşündüğünü sanmıyordum. James ile konuştuklarımdan sonra sorumsuzca birkaç günlüğüne uzaklaşarak onlara bir ders vermek amacında olduğumu sandıklarına kalıbımı basabilirdim. Sıkıntıyla nefesimi dışarı üfledim.
Savaş?
“Şu an onu düşünmenin sırası değil. O sana yardım edemez.”
Gözleri benden uzaktaydı. Duşakabinin camından aşağıya doğru süzülen su damlalarını izliyordu. Dikkatimi aşağıya süzülen ve bazen birleşerek hızlanan su damlalarına verdiğimde zihnimin büyük bir kısmı başını sallayarak Kayla’ya hak verdiğini gördüm. Haklıydı, evet. Savaş bana yardım edemezdi. Zaten ona öyle kırgındım ki... Yine de içimdeki bu kırgınlığa rağmen beni kurtararak af dilemesini istedim. Af dilemesini, beni içimdeki bu yalnızlıktan ve karanlıktan kurtararak aydınlığa olmasa da bir griliğe çekebilmesini istedim. Hayatta her şey, her zaman iyiye gitmeyebiliyordu. Her zaman kötüye de gitmezdi ama. Bir standardın, orta yolun bulunduğuna inanmak istiyordum.
Daha sonra Kayla bana yedi ay boyunca onun beni iç yalnızlığımdan bir an olsun kurtaramadığını hatırlattığında konuyu kapatmaya karar verdim. Sanırım olmayınca olmuyordu işte. Boşa hayal kurarak kendimi yıpratmanın ya da geçmişte oylanmanın bana hiçbir getirisi yoktu. Başımı iki yana geçmişin kırıntılarından kurtulmaya çalışırcasına salladım. Şu ana ve şu anın beni kapının dışında bekleyen sorunlarına odaklanmalıydım.
“Planımız nedir?”
Kayla’nın su damlalarından bana çevirdiği koyu kahverengi gözleri kararlı görünüyordu.
“Plana uyarsan bu gecenin sonunda özgür olacaksın.”
Gözlerimi iri iri açtım, heyecanla titreşen vücuduma kollarımı dolayarak planını dinlemeye başladım ve kafamda ufak değişiklikler yaparak özgürlüğüme doğru giden çakıl taşlarıyla dolu kaçış yolunun hayalini kurmaya başladım. Hataya yer yoktu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KOREL
RomanceROMANTİZM'DE #20 Sevgi dolu bir insandım ben, birkaç kez ölmeden önce. Neşeli ve hatta renklere sahip... Şimdi ise beni avlamak isteyen, yatağımın altında gizlenen canavarlarla boğuşuyorum. Hayatta kalmak ve sınırlarımı korumak için her canavarın da...