İki saat, koskoca iki saat boyunca durmadan yol aldık. O kadar hızlı gidiyordu ki kendimi atın üzerinden atıp kaçma planım anında kaybolmuştu. Büyük ihtimalle ona yardımcı olurdum, boynumu kendi çabalarımla kırarak. Sonun da bir nehrin kıyısına geldiğimiz de atı durdurdu ve yere indi. Beni belimden tutup aşağıya indirirken yumruklamaya başladım onu. 'Bunun seni yormaktan başka bir işe yaramayacağını belirtmeliyim.' Ukala tavrı sinirlerimi bozuyordu. Beni yere bırakıp atın eyerindeki çantadan bir battaniye çıkardı. 'Bu gece burada konaklayacağız.' Diyerek bileğimi kavradı ve gölün kıyısındaki ağaçlardan birinin yanına sürükledi. Sırtını ağacın gövdesine yasladı, battaniyeyi kendi üzerine yaydı ve gözlerini kapattı. İnanamıyordum. Öküz herif üşüyeceğimi düşünmemiş miydi? Hala bileğimi tutan eline baktım. Rahatsız bir biçimde yanında oturuyordum. Bu şekilde ne uyumam mümkündü ne de elinden kurtulup kaçmam. Bileğimi çekiştirdim yavaşça 'Hey seni odun! Böyle nasıl uyuyacağım? Hem hava kararmaya başladı ve donuyorum.' Sesim son cümlede mırıldanmaya dönmüştü. Yüzünde emin olamadığım bir gülümseme gördüm. 'Eğer kollarımda uyumak istiyorsan bunu direk söylemen gerekir Isabella.' Gözlerim dehşetle sonuna kadar açılmıştı. Nasıl olur da böyle bir şey düşünürdü? Pis fırsatçı, barbar, adi... Ah donuyordum sanırım. Soğuk iliklerime kadar işlemişti. Sırtımı ağacın gövdesine yasladım, bu pozisyonda bileğim onun tutuşu yüzünden daha da acımıştı ama aldırmadım. 'Senin kollarında uyumaktansa donarak ölmeyi tercih ederim İskoç.' Bir kahkaha patlattı 'Ben de bir İngiliz'i kollarıma almam zaten.' Sinirle gözlerimi yumdum. Bu adamın elinden bir şekilde kurtulmalıydım. Ama nasıl?
***
Gözlerimi yavaşça araladığımda sıcacık bir hisle kaplandı içim. Bunun nedeninin üzerimi kaplayan battaniye olduğunu anlamam uzun sürmedi. Aniden doğruldum ve battaniyeyi üzerimden çektim. Yalnızdım. Yoksa beni bırakmaya mı karar vermişti? Heyecanla ayağa kalktım ve etrafı kolaçan etmeye başladım. Yoktu. Sevinçten ağlamak istiyordum. Yavaş adımlarla nehrin hizasında ilerledim ve kimsenin peşimde olmadığını anlayınca koşmaya başladım. Kurtulacaktım sonunda bu pisliğin elinden. Birkaç metre koştuktan sonra arkamdan gelen adım seslerini duydum. Bağırıyordu aynı zamanda 'Dur! Sana dur diyorum!' .Onu dinleyip de duracağım kanısına nerden varmıştı bilmiyorum ama daha da hızlandım. Bir yandan da arkama bakıyordum aramızda mesafeyi ölçebilmek için. Başta çok uzak gibi görünse de uzun bacakları sayesinde neredeyse bana yaklaşmıştı. Bir çığlık kopardım ve daha da hızlı koşmaya başladım. Ta ki ayağımın altında zemini hissetmeyinceye kadar... Arkama bakmaktan gittiğim yola dikkat edememiştim. Nehrin şelaleye bağlandığı nokta da büyük bir uçurum vardı. Zor da olsa dengemi sağladığımda İskoç'un yanıma gelmiş olduğunu fark ettim. Endişeli gözlerle bir bana bir de yalpaladığım uçuruma bakıyordu. Yavaşça, sanki yabani bir atı evcilleştirmek ister gibi elini uzattı 'Bak oradan düşmek istemezsin. Güven bana ve elimi tut.'Olanca gücümle bağırdım 'Seninle gitmektense buradan atlamayı tercih ederim.' Sinirle gözlerini devirdi 'Tut şu elimi lanet olasıca. Düşeceksin.' Bu arada temkinli adımlarla yaklaşıyordu. Onun her bir adımında daha da yalpalıyordum. 'Yaklaşma!!!!' diye bağırmama kalmadan kendimi bir boşlukta hissettim. Düşüyordum. Tanrım! Sonsuz gibi gelen bir süreden sonra sırtım bir kayaya çarpmışçasına acıdı. Sonrası ise soğuk ve karanlıktı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Rehine
Historical Fictionİntikam uğruna kaçırılmış genç bir İngiliz Leydisi, kalbi buzla kaplanmış İskoç bir adam...Sonsuz nefretten aşk doğacak mıydı peki?