Selim baba ocağına sığmadı, değil baba ocağı koskoca İzmir dar geliyordu, sığamıyordu hiçbir yere. Üç gün bile kalamadan Berlin'e döndü. Döndü ama evine de giremiyor, sokağından bile geçemiyordu.
Aylarca otelde yaşadı. Çocuklarına ulaşması, telefonda seslerini duyması bile mümkün olmadı. "Nasıllar, ne içiyorlar, okullarına alıştılar mı, Serap'ım nazlı bebeğim, narin gülüm zaten dal gibi, hemen hastalanır, ya ateşlendiyse ya ateş düşmediyse kim götürecek hastaneye? Aslan oğlum, sıla kokan, hasret kokan oğlum ya bir kavgaya karıştıysa, başına bir şey gelirse kim yetişecek oğlum ben buradayım diye kim arkasında duracak şahinimin?" gibi düşünceleriyle nefessiz kalıyordu.
Aylarca yemedi, içmedi, uyumadı, çalışmadı, giymedi, gülmedi, güldürmedi ama sonunda yaşamayı seçti.
Yavrularının uzaklarda bir yerlerde yaşadığını hatırladı. Onlarla aynı güneşte ısındıklarını, aynı yıldızları gördüklerini hatırladı. Dolunayı birlikte görüp iç geçirebileceklerini hatırladı. Onlar uzaklarda bir yerlerde onsuz yaşıyorlardı ama şükürler olsun ki yaşıyorlardı.
Artık eve dönme vaktiydi. Bebeklerinin uyuduğu yatağa dokunma, su içtiği bardağı sevme, kurulandıkları havluya sarılma, kalan giysilerine bakma vaktiydi... Can çekişen ruhunu özgür bırakma vaktiydi...
Artık yaşamak vaktiydi...
***
Gül evinin eşyalarını poşetleyip kamyona yükledi. Yanına hayal kırıklığını, yalnızlığını ve pişmanlığını aldı. Baba ocağından gelinliği ile çıkarken içine çöken ayrılık acısı şimdi büyüdüğü ve hayallerini her köşesine gömdüğü, gençlik umutlarını çaldırdığı İzmir'den ayrılırken de çökmüştü yüreğine.
Yaradan'a binlerce şükür ediyordu iki minik meleğini ona bağışladığı için. Onlar olmasaydı nasıl katlanırdı umutsuzluğa, bu yalnızlığa? Otobüs hızla İzmir'den uzaklaşırken Gül hızla çıkmazlara, buhranlara yakınlaşıyordu.
Mersin'e ilk geldiği zaman soğuk, yağmurlu hava, kapkara bir gökyüzü ile karşıladı onu tıpkı yüreği gibi. Kocası da oradaydı, tıpkı buz gibi.
Yeni şehir, yeni ev, yeni hayat ne yapsa alışamıyordu Gül. Aylarca insan yüzü görmeden evine kapattı kendisini. Ama her geçen gün artan kavgalar, aşağılanmalar onu daha derin bir öfkeye sürüklüyordu. Artık psikolojik destek almaya başlamıştı. Ama ilaçların yan etkileri ile bütün gün başını yastıktan kaldıramıyor, bebeklerini ihmal ediyordu. Günden güne eriyen, dalında solan gül yaprağı gibi savruluyordu kadın. Muhsin'in ilgisizliği ve umursamazlığı, onurunu yok sayıp sadece Ceren varmış gibi davranması ile kocasını bir daha görmek istemediğine karar vererek ayrılmak istediğini açıkladı. Çaba sarf edip karısını geri kazanmak şöyle dursun, Muhsin'in cevabı kısa ve netti "Sen bilirsin. Ancak kızımı vermem oğlanı alıp gidebilirsin." Gül, Ceren'ini asla Muhsin'e veremezdi, bunun düşüncesi bile onu mahvetmeye yetiyordu.
Sabaha kadar hiç uyumadan düşündü ama çare bulamıyordu. Annesine sığınsa biliyordu ki geri gönderecek. Gidecek başka bir yeri de yoktu. Geriye tek çare kalıyordu, bu kahrolası hayat içerisinde akıp gidecek, zehir saçan bu adama katlanacak ve evliliğine devam edecekti.
Gül'ün geri adım atışı Muhsin'e sonsuz bir güven vermişti. Ne de olsa bir yem atmıştı ortaya, karısı da bu yemi yutmuştu. Ceren'e bakacak ya da baktıracak durumu yoktu çünkü.
Gül şartlarına razı olmuş görünse de hiç sevmediği bir adamla yaşamak ve onun bencilliklerine katlanmak sandığı kadar kolay olmuyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ÖBÜR EV TAMAMLANDI
General FictionPeki bu kadar yenilmiş yok edilmiş hayatlar varsa kazanan neredeydi? onlar zafer çığlıklarını nerede atıyorlardı ağızlarından salyalar akıtarak? iki mezhebin birbirine karıştırılmasına engel olmak için yetiştirilmiş cengaver ana babalar, fedai kılık...