-2-

3K 156 32
                                    

İsterseniz müziği dinleyebilirsiniz, ben dinleyerek yazdım ve öneren güzel insana teşekkürler! 


Gözlerini açtığında kendisini o kadar yabancı bir yerde bulmuştu ki içi bir anda başa çıkamadığı bir korkuyla doldu. Bu yabancılık, neredeyse yarısını baygın olarak geçirdiği yolculuğunu yaptığı ve onun gibi tedirgin, bitkin insanlarla dolu esir faytonunun atmosferinden kaynaklı değildi. Yunan erleri tarafından elleri kenetlenmiş haldeyken, dışarı çıktığında daha önce hiç bulunmadığı bir şehirde olmanın verdiği yabancılıktı. Babasının ve annesinin vazifelerinden ötürü birçok kez yer değiştirmişler, ana vatanın her köşesinde bulunmuşlardı. Aslen İzmirlilerdi lakin Anadolu'nun her köşesini bucak bucak gezmiş, Karadeniz'in kıyılarında nefes almış, Doğunun soğuğunda insanlara yardım ederek içlerini ısıtmışlardı. Oysa şu an bildiği tek şey, memleketinden çok uzak olduğu gerçeğiyle yüz yüze geldiğiydi. Bunu hem etrafında konuşulan ve lügatında bir türlü anlamlandıramadığı dilden, hemde hiçte aşina olmadığı askerlerin ve insanların arasında bulunmasından anlamıştı.

Babası gibi hiçbir şeyden korkmaması gerekirdi lakin nafileydi. Evet, Hilal bugüne dek gözü kara bir kız olmuştu. Annesi, ablası ve babaannesi çoğu vakit onun bu huyundan hoşlanmazlardı. Başına bir müsibet geleceğinden endişe ederlerdi, birde izdivaç çağında bir kızın bu tür davranışlar sergilemesi elbette ahalinin gözünde iyi karşılanmazdı. Binbaşı Cevdet ise kızını takdir ederdi şayet bir gün şehit düşerse, evlatlarının kendi kendilerine sahip çıkabilecek iradede olduğunu bilmek içine biraz su serperdi. Yunan erleri onu ittirip kaktırırken, Hilal yine de direndi. Korkuyordu korkmasına lakin boyun eğecek değildi. Beyhude olduğunu bile bile, bağırıp çağırmaya başlamıştı. Neredeydi acaba? hangi şehirdi burası? çok uzakta mıydı her bir karış toprağı için canını vermekten çekinmeyeceği memleketinden? En nihayetinde idrak edebildiği bir gerçek vardı, hiçbir yer memleketi gibi güzel gelmiyordu gözüne.

Tüm çabalarına rağmen, kendini askerlerin sertçe fırlattığı nezarethanenin zemininde buldu. Burası soğuktu, iç ürpertiyordu. Gri duvarlar, üzerine geliyormuş hissiyatı uyandırıyordu insanda. Parmaklıkların arasından içeri bir gram süzülen güneş ışığının hiçte yararı olmuyordu. Yılların verdiği, belki de burada daha önce kalanlardan ötürü sebepsiz bir huzursuzluk, rahatsızlık doluyordu içine genç kızın. Derin bir nefes aldı gücüne toplamak istercesine, rutubet kokusu ciğerlerine dolarken yerden kalktı ve duruşunu dikleştirdi. Hala nezarethanenin paslı kapısı üzerine kapatılmamış ve Yunan erleri karşısında dikilirken, konuşmaya devam etti Hilal. Zinhar susup boyun eğmeye niyeti yoktu.

Askerler hiçbir tepki vermiyor, sözleri hiç etki etmiyormuş gibi öylece duruyorlardı. Hilal'in sinirlerini bozan buydu, şevki kırılıyordu ister istemez. Aniden duyduğu adım sesleriyle, sesini daha da yükseltmişti. Belli ki birisi geliyordu, belki de komutanlarıydı, neden burada olduğuna açıklık getirebilecek birisiydi belki de.

''Beni burada tutamayacaksınız! ben Binbaşı Cevdet'in kızıyım! sizin gibi zalimlere boyun eğmeyeceğim anladınız mı beni?! ölmeyi yeğlerim!''

Karşısında, nezarethanenin kapısında beliren gence döndü mavi gözleri. Biraz hayal kırıklığına uğramıştı, beklediği kişi olmadığı kesindi. Uzun boylu, bir askere göre sıska vücutluydu. Kehribar rengi gözleri, küçümseyerek bakıyordu kendisine. Hayatında bu tondaki, bu derinlikteki bir göz rengine ancak romanlarda rastlamıştı şayet onu aşağılarcasına bakmıyor olsalardı o gözlerin dünya üzerinde gördüğü en güzel gözler olduğunu söyleyebilirdi. Saçları özenliydi, üniformasının içinde mağrur ve kendinden emin bir duruşu vardı. Gururlu, bir miktarda kendini beğenmiş bir gençti. Lakin tüm bunlardan ziyade bozuk Osmanlıca aksanı kulaklarını tırmalıyordu Hilal'in. Sesinden belirgin bir tehdit sızıyordu, besbelli kızın korkacağını düşünmüştü.

Kupa Kızı ve Sinek ValesiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin