A-2

174 7 7
                                    

Bir şehir her zaman değişir.Her dakika,her saniye.Kaldırımda bir adımınızı atana kadar bir çocuk dünyaya gelir,bir aktör evlenir,bir sanatçı vefat eder,bir motorsikletli motoru arkada oturan sevgilisinin bileğini yaktı diye bekarlığını ilan eder,bir delikanlı benzeri bir sebepten balkonda sigara tüttürürken annesi içeri girer...

Geçen her dakika,aslında başka bir hikayenin son noktasıdır.Bir silginin geri alamayacağı tek unsurdur zaman...Geri kalan her şey sadece kurgudur.

Manhattan'da evvelden beri değişmeyen tek bir şey vardı: Yağmur.Bilgisayarların çağında,büyük makineler şehrindeydik ama yağmurumuz 1920'lerden kalmaydı.İri,hızlı damlalar ve melodik bir hışırtı sesi.Şuradan Nick Carraway geçse,eline evrakları tutuşturacak ruh halindeydim.

Konu nereden Muhteşem Gatsby'e geldi?

Ha evet,yağmur ve hamurlaşmasınlar diye şekilden şekile girdiğim evraklar...

Homurdana homurdana yoluma devam ediyordum.Ayağımın altında zemin mermerlerden yapılmış gibi hissettiriyordu.Sandaletleriyle sarayındaki kopyacıya giden bir Jül Sezar olabilirdim.

Yorgundum,bitkindim,bunalmıştım...Burgercilerin ve büroların merkezî memleketindeki tek kırtasiyeye de bu kadar uzaktım.

Derken,bir adam omzuma çarpıyor.Kafeinden eksik vücudumun en yorgun parçası sol kolum adeta istifa ediyor.Akabinde elimdeki kağıtlar ıslak yere yayılıyor.

Öğlene kadar içmediğim kahve sonunda yokluğunu hissettiriyordu.Bunu fark edene kadar birkaç saniye geçmişti ancak öfkem kesinlikle yavaşlamamıştı.

"ANANI S-!"

En yakın kapalı alana daldım.Bunun önünden geçmek üzere olduğum Starbucks olması rahatsız edici derecede uygundu.Adımı bardağıma yazdıracaktım,ancak birkaç kez tekrarlayıp süratimi kesecek kadar sabrım olmadığı için bu ayrıcalığı geçecektim.

"Bir Mocha,Vendi olsun."

Bi de 'vendi' söylermiş...İçebilecek misin acaba sen onu?

Masalardan birine geçerken derince bir nefes alıyordum.Kağıtları yerden tekrar toplayana kadar mürekkep çoktan dağılmıştı ama yine de kurumaları için daha içerlek bir yere doğru koşmuştum.Siyah ve lacivert mürekkep daireleri bana hüzünle bakıyordu,bense onlara küfrediyordum.

Cebimden bir kağıt mendil çıkarıp üzerini kurutmaya çalıştım.Bu haliyle kabul edilir mi,bundan bile emin değildim ya neyse...

''Adın ne?''

Şimdi,size bu sesi nasıl tarif etsem...Hani böyle,fotoğraflarda yüzlerce kez gördüğünüz ama hiç kanlı canlı görmediğiniz sanatçıların sizde ilk defa hissettirdikleri sesler vardır ya...İlk birkaç saniye hiçbir şey anlamazsınız,sonra birden her kelime kafanıza hücum etmeye başlar.Aynı aksan,aynı tını...Sonra da kafanızdan hiç çıkmaz o ses.

Onun sesi de öyleydi işte.Tek bir farkla: Onu bir kere bile görmemiştim.

Şimdiyse elinde birbirinin aynısı iki kahve bardağıyla karşımda dikiliyordu.Kıvırcık saçlar,yapılı bir çene...Uzunca bir boy.Tahminimce benden daha genç...

Ben cevap vermeyince aceleyle niyetini açıklamaya koyuldu: ''Bardakların üzerine isim yazmazsan karışır...Yani onlar yazmazsa...İşte ,sen benim...''

''Anladım,anladım...'' Benimle turistmişim gibi konuşmalar falan,gayet iyi anladım seni...

Elindeki bardaklardan birini aldım.

Donuk yüz ifademe rağmen o gülmeye başladı. ''Affedersin,bazen öğlene kadar cümle kuramaz olurum...''

''Kahve iç,dilini ağzının içinde sekiz tur dolaştır sonra da git masana...'' Afferin koçum,aynen böyle devam et...Siktirip gidecek eninde sonunda.

Cenna (ASKIDA)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin