Yaklaşık bir saattir felan sahil kenarında tek başıma oturuyordum. Güneş yavaş yavaş batmaya başlamıştı. Rüzgâr artık daha soğuk esiyordu. Ceketimin fermuarını sonuna kadar çektim. Saatime baktığımda artık gitme vaktimin geldiğini anladım. Yavaşça oturduğum yerden kalktım.
Son bir kez ufka doğru baktım. Güneşin kızıllığı her yeri kaplıyordu. Hem gökyüzü hem de yeryüzü... Nasıl bu kadar muhteşem olabiliyordu. Her yeri kaplıyor herkese yetiyordu. Güneş, koca bir evrenin yaşam kaynağıydı. Hiçbir canlı onsuz yaşayamazdı. Peki ya Güneş'e canlı diyebilir miyiz?.. Pek sanmıyorum ama evrendeki her canlının cansız bir şeye muhtaç olması da saçma olurdu. Yani Güneş'e ne canlı ne de cansız diyebiliyorduk. Tıpkı bir Tanrı gibi...
Düşünceler zihnimde bir melodi gibi akıp giderken bir yarım saat daha öylece durdum. Bedenimin ağırlı yokmuş gibiydi. Soğuk esen rüzgar artık beni üşütmüyordu. Vücudumdaki denge sanki kafamdaki düşüncelerin ağırlığı ile sağlanıyordu. Tanrıyı düşünüyordum.
Milyonlarca insanın zihninde tek bir kelime milyonlarca çağrışıma yol açabilirken ve bu kadar belirsizlik varken nasıl inancın bu kadar kuvvetli olduğunu düşünüyordum. Tek bir yaratıcı varken her insanın beyninde farklı bir kavramı çağrıştırması ve farklı canlanması onu tek yapar mıydı?
Eğer ki bana Tanrıyı sorarsanız size onu anlatamam çünkü Tanrı herkesin kendi içinde benliğiyle beraber harmanlanmış bir şey... Yani kendi iç sesimizi dinleyerek, düşüncelerimizi korkmadan sorgulayarak bulabilirdik. Tanrıya ulaşmak cesaret gerektiren bir şeydir.
Cahil insanlar sorgulamazlar ve o yüzden önlerinde ne varsa ona inanırlar. Bir şeyi sorgulamadan inanmak en tehlikeli şeydir. Çünkü sorgulanmadan kabul etmeye başlanıldığında artık beyin devreye girmez. Artık o beyin başka bir beynin kontrolü altındadır. İşte insanlar din ile bu şekilde yönetiliyorlar. Onlara sorgulama yetisi vermeden sadece kabul ettiriyorlar.
Düşüncelerim yavaş yavaş dağılmaya başlarken vücudumda bir dinginlik vardı. Güneş artık batmıştı. Sahilin kenarında duran sokak lambaları yanıyordu. Vücudum tekrar üşümeye başlarken arkamı döndüm ve eve doğru yürümeye başladım.
Yollarda hala su birikintileri vardı. Onlara basmakla basmamak arasında kararsız kalarak kenarlarından geçtim. Yanımdan hızlı geçen arabalar yüzünden üstüme çamur sıçrayınca su birikintilerinden tamamen uzaklaşarak kaldırıma çıktım.
Bugün insanlar daha bir telaşlılardı. Adımları daha hızlı yüzleri daha asıktı. Ben ise onlara zıt bir şekilde daha yavaş ve yüzümde hafif bir tebessüm vardı. En azında ben öyle hissediyordum.
Eve gelmiştim. Kapıdan içeri girer girmez beni karşılayan sıcak hava ile iyice gevşedim. Eve yürüyerek gelmemin yorgunluğuyla beraber hafif bir uyku haline büründüm. Odama çıkarak en sevdiğim pembe pijamalarımı giydim. Bilerek şort ve askılıdan oluşan pijamamı giymiştim çünkü yorgunken tenime değen çarşaf hissi inanılmaz huzur verici geliyordu.
Yorganımın altına girerek bir iki kez döndüm. En son yüz üstü yastığa sarılarak ve bir dizimi karnıma çekerek kaldım. En çok rahat ettiğim uyku pozisyonu bu diyebilirdim. Sonunda sıra gözlerimi kapatmaya gelmişti. Ve artık onları da kapattığıma göre uyuyabilirdim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KORUYUCU 🌪️
FantasySessizlik esir almıştı koca bir şehri. Her taraf karanlığa bürünürken, sessizlik hâkimiyetini daha çok artırıyordu. Her canlı korku dolu bir şekilde köşeye sinmiş, ne olacağını bekliyordu. Kuşlar uçma özgürlüklerini, kedi köpekler dolaşma özgürlükle...