Okulun ilk gününde papatya, ilk haftasına ise bir hediye paketi verdi bana.
Evdeydik, fiyaskoya dönen yemeğin üzerinden dört gün geçmişti ve güzel güzel evde yiyorduk akiam yemeklerimizi. Onun için yemek yapmayı öğrenmeye başlamıştım, çünkü yemek konusunda ona güvenmek yanlış tercihti. Bunu, yediğim şekerli pirinçten sonra anladım.
Neyse, hediye paketinin içinde bir kazak vardı. Siyahtı, dolunay evresindeki ay çizilmişti ve altında latince, Luna yazıyordu. Kendi üzerindeki kazağı gösterdi. Onunki masmaviydi ve üzerinde de güneş vardı. Çok fazla... çift?
"Sol," dedi. "Latince güneş demekmiş ama sanırım sen latince biliyorsun?"
Alanım bu yönde değildi ama lunanın ay, onunkinin de güneş anlamına geldiğini biliyordum.
"Ama," dedi. "Edebiyatta ay, güzelliği temsil eder. Ay parçası gibi güzel derler. Ay gibi."
Kazağı bir kenara çekip onun gözlerine baktım, güzelce izliyordu beni. Konuşmadığı zaman dudakları hafifçe aralıktı, gözleri kısıktı ama ne kadar yoğun olduğunu görebiliyordum. Parlıyordu.
"Erken de, yaptığın saçmalık de, istediğini söyle," dedi. "Kendimle çelişeceğim belki ama daha seni ilk gördüğüm andan itibaren bunun olacağını biliyordum."
Kalbim hızlandı, tam olarak kemiklerimi kırmaya çalışır gibi atıyordu. Onun sözlerini bölmek istemedim, sadece dinlemeye karar verdim.
"Belki ondan daha önce, ben dünyaya gelmeden önce bile belliydi. Bir gün uyandığımda yoktun. Kendime dedim ki; onu tanımıyorsun bile, bu seni ilgilendirmez. Ben bunu düşünürken bile, kalbim atmayı kesmişti, ne dersem diyeyim, gerçeği değiştiremem. Biliyorum, sadece bir iki rüyayı göz önünde bulundurarak böyle bir fikre kapılmak yanlış ama ben sadece seninle birlikte devam etmek istiyorum."
Parmak uçlarıyla yanağıma dokundu.
"Seni seviyorum, ne kadar, sınırlarını bilmiyorum. Önceki hayatı da bilmiyorum, ben sadece bu anı biliyorum. Birbirimizi en sinir bozucu taraflarımızı bilecek kadar tanımıyoruz, en sevdiğin renk ne onu bile bilmiyorum ama bunu öğrendikten sonra değil, şimdi sevmek istiyorum seni."
Gülümsemeye çalıştım ama sadece gözlerimden akan yaşları hissediyordum. Yanaklarımdaki ıslaklığı. Neden ağladığımı bilmiyordum, sanırım mutlu olmuştum ama bir yandan da o anılar geliyordu aklıma, korkuyorum. Ama onun için cesur olmaya karar verdim. Uzanıp dudaklarına minik bir öpücük bıraktım, uzatsaydım anı bozmaktan korktum. "Turuncu," diye fısıldadım sonra. "En sevdiğim renk."
Gülümsedi, yavaşça oldu, sanki bunu yapmaktan emin değilmiş gibi gülümsedi. Kollarını sıkıca sardı sırtıma, beni kendine çekerken aramızda ezilen hediye paketini umursamadı. Açıkçası ben de takılmadım ona.
"Tamam, şimdi de sıra sende." Hafifçe güldüğünde beline tırnaklarımı batırdım.
"İş anlaşması mı bu?" diye sordum ona. Güldü ve dudaklarını boynuma bastırdı. Nefesi sıcacıktı.
"Hayır ama söylemezsen yatak odasında terk edildiğimi düşünüp ağlamaya başlayacağım," diye fısıldadı, her bir hücreme kadar titredim.
"Pekala, ya ben aynı şekilde hissetmiyorsam ne olacak?" dediğimde aniden geri çekildi, gözleri kocaman açıldı en başta ama sonra bakışlarını kaçırarak derin nefesler aldı.
"O-o zaman sana saygı duyarım," dedi duyulmayacak kadar sessizce. "Yani-- yani seni hiçbir şeye zorlayamam, değil mi? Beni sevmek zorunda değilsin." Evin her tarafında gezidirdi gözlerini ve gergince baktı bana. "Şey," dedi ve dudaklarını ıslattı. "Sevmiyor musun yani?"
