Yine kuşların ötüştüğü bir sabaha uyandım. İnsanlar benim gibi erkenden kalkıp işlerine güçlerine bakıyordu yine. Herkeste bir pazar sabahının tatlı yorgunluğu var. Saat 7.30. Gün henüz yeni doğmuş. Herkes dediğime bakmayın bu saatte evimin yakınlarında on bilemedin on iki insan uyanmış. Ben de yine o tatlı yorgunluğum ile kalkıyorum yataktan. Penceremi açıp güzelce ve derince bir nefes çekiyorum içime. Doğanın kokusu. Saf, temiz, tatlı... Bakıyorum gökyüzüne, sanki yine bana gülüyor tüm bulutlar. Güneş "Günaydın" diyor bana sanki. Bunu her sabah göremem. Bazı sabahlar yok olur güneşim. Olsa bile gülmez bana. Bana gülmediği günler kötü geçiyor. Sanki güneş önceden nasıl bir gün olacağının habercisi gibi. Ama bugün güneş de bulutlar da kocaman tebessümlerle bakıyorlar bana. Ben de bunun verdiği mutluluk ile güne kendimi hazırlıyorum. Üstümü değiştirip her zaman giydiğim deri montumu giyiyorum ve çantamı sırtıma atıyorum. Evdekiler mışıl mışıl uykudalar henüz. Anahtarımı da cebe attıktan sonra sessizce kapıyı açıyorum ve dışarı çıkıyorum. Asansör düğmesine bastıktan sonra asansör gelinceye kadar ayakkabılarımı giyiyorum ve artık hazırım. Asansör geliyor biniyorum ve aşağı inmeye başlıyorum. O arada deri montumun cebinde taşıdığım minik tarağımı çıkarıyorum ve tarıyorum saçlarımı. Ardından tekrar yerine koyup son kez bakıyorum kendime. Ben bunları yaparken asansör genellikle kata ulaşmış oluyor. Zaten çok uzun bir mesafe değil. Beşinci kattan aşağı. İndikten sonra asansörden son olarak binanın kapısını açıyorum. Ve artık dışarıdayım. Sitenin büyük kapısını aştıktan sonra yola koyuluyorum. Önce bir müddet sağa doğru gidiyorum. Ardından sola doğru uzanan bir yol var. Oraya yöneliyorum ve sekiz kilometrelik bir yol başlıyor. Dümdüz gidiyor yol yukarı doğru. Arada yanımdan birkaç minibüs geçiyor. Param var ama binmiyorum. Binmek istemiyorum. Toplu taşıma araçlarını kullanmaktan pek hoşlanmam. Pek sosyal bir insan değilim. Kendi kendime yaşarım. Dertlerimi kendimle, mutluluğumu kendimle paylaşırım. Her şey içimdedir benim. Benim dünyam diğer insanlarki gibi dışarda değil. Benim dünyam içimde. Gözüm uzun süre yerdeydi. Biraz böyle yürüdüm. Ta ki birisi "Baksana" diyene kadar. Kafamı kaldırdım. Baktım karşımda benim boylarımda bir genç. Ama sıradan bir genç değil. O benim dostum. 7 senedir görmediğim dostum. Öylece baktım yüzüne. Ardından "Mustafa'm" diyebildim ve sarıldım boynuna. O da sarıldı bana. Dakikalar boyunca öylece sarıldık. Ardından "Dur şöyle bir bakayım sana" dedi. Baktı bana ve "Ne kadar uzun zaman olmuş dostum. Çok değişmişsin." "Sen de öyle." "Ee yolculuk nereye böyle?" Bir şey demedim ve sadece gözümle onun arkasını işaret ettim. Döndü baktı ve şaşırmış bir halle " Bu saatte oraya mı?" "Saat zaman farketmez. Önemli olan oraya varmak." Ardından kaldırım kenarına oturduk ve biraz muhabbet ettik. Eski günler geldi aklıma duygulandım. Eski dostlar unutulmuyor. Hiçbir dost unutulmaz eğer o gerçekten dost ise. Ama işte eskilerin yeri çok ayrı. Ben sadece eski dostları değil eski olan her şeyi çok özlüyorum. Sonra kalktı "Benim gitmem lazım dostum. Birtakım işlerim var." "Tabii git. Görüşelim ya uzun zaman sonra gördük birbirimizi." "Haklısın. İstersen telefon numaramı vereyim konuşalım arada." " Olur". Telefon numarasını aldım ve selamlaştıktan sonra aşağı doğru inmeye başladı. O inerken ben de tekrar yola koyuldum. Onun için kolaydı tabii aşağı doğru gitmek. Ama benim yolum yukarı tarafaydı ve uzundu. Ama gitmeliydim işte. Ardından bir şey yapmayı unuttuğumu farkettim. Müzik. Müziğim olmadan zaman hiç geçmiyor sanki. Hemen çıkardım çantamdan kulaklığımı. Taktım ve en sevdiğim parçayı açtım. "Barış Manço - Kol Düğmeleri". Ne kadar da muhteşem bir parçaydı bu. Ne kadar muhteşem adamsın sen Barış Manço... Şarkıyı kaç kere dinledim bilmiyorum ama çok fazla dinlemiş olmalıyım. Çünkü hedefe varmıştım. 8 kilometre yol sonunda bitmişti. Şarkı yaklaşık 4 dakikaydı. Yani en az 6 kez dinlemiştim. Çok keyifli geçiyordu müzik olunca. Ama olmayınca bir eksiklik hissediyordum. Çünkü alışkanlık haline gelen bir şey yapılmadığı zaman beyin bir şeylerin ters gittiğini farkettirir. Kulaklığımı çıkardım. Kafamı kaldırdım bir sağa baktım bir sola iyice bir taradım etrafı. Sonra derin bir nefes aldım. Doğanın saf kokusuydu bu. Her yer tel örgüyle kaplıydı. Ama bir yer vardı. Tel örgü açılmıştı. Birileri açmıştı işte ve ben oradan girer yoluma giderdim. Şans eseri bulduğum bu yer bende bağımlılık oluşturmuştu adeta. Her gün geliyordum buraya gelmesem olmazdı. Dediğim gibi alışkanlık olunca yapmak zorunda kalıyorsun sanki. Tel örgünün açık olduğu yere doğru ilerledim. Oranın yerini ezbere biliyordum. Gözümü kapatsam bulurdum. Adım sayısı yolun başından 67 adımdı. Tel örgünün yanında büyük bir kaya vardı. Onun üzerinde de tek bir gül vardı. Oraya ben bırakmıştım. Yalnızlığımı simgelerdi o. Koskoca yerde yalnızdım çünkü. Yoldan epeyce uzaklaşmıştım. Araba için geçeçek yol yok zaten ama insanlar da hiç geçmez buradan. Arada nadiren çobanların yolu düşer. Onlar da dakikalar içinde kaybolurlar zaten. Hayallerim gibi... Tel örgünün yanına vardım. Gül hala oradaydı. Bir bakıma gül aslında buraya birinin uğrayıp uğramadığını da belirtiyordu. Çünkü büyük olasılıkla buraya gelen kişi gülü görünce alırdı. Gül görünce almadan durabilen çok az insan vardır. 2 aydır güle kimseler dokunmamıştı. Tabii gül de solmuştu kurumaya yüz tutmuştu. Ama beni yanıltıyor da olabilirdi. Çok az ihtimal da olsa buraya gelen kişinin gülü görmeme veya almama durumu vardı. Ama biri olsa da ben buraya gelmeliydim. Tel örgünün açık kısmından geçtim ve her zamanki yerime doğru yol aldım. Yine hep yukarı doğru çıkıyordum. Az sonra oradaydım artık. Sandalyem ve masam oradaydı yine. Kimsecikler dokunmamıştı. Oturdum ve derin bir nefes aldım. Yorucu bir yolun ardından dakikalar boyunca gözümü kapayıp dinlendim. Sonra şöyle bir sarsıldım ve kendime geldim. Kaldırdım kafamı. Ve işte bu. Muhteşem bir görüntü. Tebessüm ettim ve her gün dediğim gibi " Buna değdi" dedim. Tüm şehir gözümün önündeydi şimdi. Her yeri çok net seçebiliyordum. O kadar güzel bir yer bulmuştum ki kendime. Tüm şehri görebiliyordum. Ardından kulaklığımı telefondan çıkardım ve müzik listemi açtım. Buraya gelince her yer sessiz olduğundan kulaklığa ihtiyaç duymazdım. Bu kez Barış Manço açmadım. Farklı tarzlarda şarkılar dinlerim. Belirli bir tarzım yoktur. Yabancı ama bana çok huzur veren bir parça açtım. "Sergio Endrigo - Canzone Per Te". En az Barış Manço'dan aldığım huzuru ve zevki bu parçadan da alıyordum. "Müzik ruhun gıdasıdır" sözü her müzik için geçerli değildir. Belli başlı şarkılar, müzikler için geçerlidir. En azından benim için. Dinlediğim parçaları özenle seçerim. Bir kere içinde kadere vb. isyan etmemeli. Çünkü ben öyle biri değilim. Kadere asla isyan etmem. Allah'tan gelmiştir o şey. Kabul etmek zorundayız. Ondan sonra sözleri derin anlamlar taşımalı. Orkestra kaliteli olmalı. Öyle sıradan saçma sapan sözleri olan saçma sapan orkestra ile şarkı söyleyen para kölesi olan insanların parçalarına benzemez benim parçalarım. Bende olan birçok parça ülkemizde çok nadir kişiler tarafından bilinir. Mesela bu açtığım parça. Eminim birçoğunuz ilk defa duydunuz. Az bilinen parçalar en değerli parçalardır aslında. Birçoğumuz bunun farkında değiliz. Nedense insanlar en kıymetli şarkıları bilmiyor. Halbuki altın değerinde o parçalar. Birkaç dakika boyunca hiçbir şey yapmadan sadece hemen önümde duran şehre baktım. Ne güzel şehirdin sen. Sende ne güzel yaşanır. İnsanın memleketi dünyanın en güzel şehri gibi gelir ya insana. Tam öyle işte. Her baktığımda böyle diyorum. Ardından bir bildirim geldi telefonuma. Normalde internetimi kapatır çıkarım dağa. Ama açık unutmuşum o gün. Gelen bildirime baktım hala çalıyordu şarkım. İnstagram'dan gelmişti. Tıkladım. Birisi mesaj atmıştı bana. İyi ki de atmıştı. "Merhaba, nasılsın?" şeklindeydi mesaj. Bir kızdan gelmişti mesaj ve ismi bana hiç yabancı gelmiyordu. "Teşekkürler iyiyim, sen nasılsın?" şeklinde yanıtladım. " Ben de iyiyim teşekkürler." Ardından biraz konuştuk ve ben" Bana hiç yabancı gelmiyorsun tanışıyor muyuz?" dedim. "Evet. Adım Yasemin." " Ben çıkaramadım seni ya neyse zamanla inşallah" Bir müddet daha konuştukan sonra interneti kapattım ve durdum. Baktım böyle etrafa. " Ne yaptım lan ben az önce?" dedim ve bir gülme tuttu. Uzun zaman sonra bir kızla konuşuyordum. O'ndan sonra ilk defa. Ardından böyle bir düşündüm. Güzel bir konuşma olmuştu ve kız kafa dengiydi. Sonra birden kendime geldim ve saate baktım. Saat 9 olmuştu. Artık gitmem gerekiyordu. 30 dakikadır buradaydım ve bu gayet yeterli bir süreydi. Her gün gelirdim buraya. Buraya bir isim bile vermiştim. "Huzur Dağı". Gerçekten de ismine layıktı bu dağ. Çok huzur veriyordu bana. Ardından kalktım ve eve doğru yol almaya başladım. Tel örgüden çıktıktan sonra tekrar kulaklığımı taktım ve kendimi yola bıraktım...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Çıkmaz Yol |Tamamlandı|
Romance"Eğer bu yolun sonu sana çıkıyorsa, Çıkmaz Yol'sa da olsun. Yeter ki sana çıksın varsın çıkmaz olsun." Kitaptaki olayların %70'i kurgu %30'u gerçektir. Beğenmenizi ümit ederek iyi okumalar dilerim.