Tavana bakarak "Hiç değilse artık bana Helen diyor..." dedim.
Saat gece yarısını geçmişti ve ben saatlerdir tavanı izleyip duruyordum. Gözüme uyku girmemişti. Mevzubahis ben olduğumda uyku zaten hiçbir zaman aceleci davranmaz ama bugün iyice kendini ağırdan alacağı tutmuştu. Aklımdaki bin bir ayrı düşünce mi uyuyamamama neden oluyordu, yoksa uyuyamamam mı beni bu kadar düşünmeye sevk ediyordu paradoksu içindeydim. Avizemin kristal topçuklarının yansıttığı ışığı izlerken aklımdan sürekli sahne ışıkları geçiyordu. Ben buna hazır mıydım? Sahneye, onlarca insanın arasına Helen olarak müziğimle beraber çıkmaya? Yekta insanın sahnede yalnızca kendini ve müziği hissettiğini, diğer yüzlercesinin bir anlam ifade etmediğini iddia ediyor ama o Yekta! Yekta yani! Anlatabiliyor muyum?
Sahnede nasıl süklüm püklüm, nasıl kambur, nasıl özgüvensiz duracağımı düşündüğümde zihnimde tam anlamıyla o görüntü belirdi. Gitarın arkasına saklanan çelimsiz bir kız olacaktım. İrkilerek yataktan kalktım. Ellerimi yüzüme siper ettim ve kendi kendime fısıldayarak "Sakin ol, Helen, sakin..." dedim. "Yalnızca grupla tanışacaksın. Bir anda kendini sahnede bulacak değilsin ya... Sevmezsen kaçar gidersin. Hem sen kaçmayı çok iyi bilirsin."
Çocukken evden uzaklaşmak için sürekli ağaç dallarının arasına saklanır ve gözden kaybolurdum. Kendime "Yüzüne samimi bir gülümseme yerleştirinceye kadar buradan ayrılmayacaksın." derdim ve mutlu olana kadar ağaç dallarının tepesinde, çalıların arasında, çimlerin üzerinde oynardım. Ben yüzüme gülümseme yerleştirmiş bir şekilde geri döndüğümde ise bir şeyi fark ederdim: Kimse yokluğumun ayırdına bile varmamış. Yemek saatinden önce geldiğim sürece her yere gidebilirdim ama aile yemekleri kutsaldı ve her aile bireyinin katılması gerekirdi. Birbirine çok bağlı (!) bir aile olduğumuz için...
Ağır ağır tekrar yatağıma uzandım. Yine kendime teselli verir gibi "Artık bana Helen diyor en azından... Gruba katılmayacak olsam da bu bile kardır." dedim.
Avizemin kristal topçuklarından yansıyan ışık göz kapaklarımın üzerine değerken spot yanılsaması yapıp tüylerimi diken diken etse de kendime verdiğim teselli işe yaramış gibi kısa bir süre sonra uykuya daldım.
***
Hepimizin gününün saat dörtten sonrası boştu ve dolayısıyla dörtten sonra konservatuarın akşamları grubun çalışabilmesi için ayrılmış odasında buluşmayı kararlaştırdık. Saati nasıl dört ettim hiçbir fikrim yok! Derslerde not almaya çalıştım ama nafile... En son defterin üzerine yamuk yumuk çiçekler çiziyor, tuhaf karalamalar yapıyordum.
Grupla tanışmadan önce Yekta'yla buluşacaktık. Anladığım kadarıyla yabancılık çekmemi istemiyordu. Dışarıdan ne kadar yabani olduğum belli oluyor olsa gerek... Veya direkt bu ihtimam velinimetinin torunu olmamdan da kaynaklanıyor olabilir.
Ders beş dakika kadar erken bitince kantine gidip hem kendime, hem de Yekta'ya çay aldım. Tamam, Eylül sonunda İstanbul hala çok sıcak olabilir ama benim çay içmemle havanın sıcaklığının doğrudan bir alakasının olması teklif edilemez. Çay huzurdur bir kere... Ki bende de pek huzur bulunmadığı için sürekli çay içiyor olmam çok da ilginç değil.
Biraz erkenci olduğum için gidip fakültenin önündeki banklarda oturayım dedim. Tam dilimi haşlamamaya çalışarak çayımdan yudum alma çabası veriyordum ki karşımdaki bankta oturan Yekta'yı gördüm. Demek o da erkenciydi ve beni bekletmek istememişti!
Çayları kaptığım gibi hemen Yekta'nın yanına gittim. Kendimi banka bırakırken "Umarım çay seviyorsundur." dedim. "Gerçi çay sevmeyen insan mı olur? Sevmek zorundasın!"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Denizin Yuttuğu Ev I - II
General FictionKış çok soğuk geçtiğinde, rüzgarlar sert estiğinde deniz kudururdu. Kuduran denizin dalgaları evin duvarlarına vururdu, zarar verirdi. İçimden 'Deniz evi götürecek!' derdim. Daha fazla haklı çıkabilir miydim? Denizin yuttuğu ev işte, bizden geriye k...