Bu bölümün sizi şaşırtacağını düşünüyorum :) O yüzden sözü fazla uzatmadan sizi bölümle baş başa bırakacağım. İyi okumalar ^^
Yekta'nın gözleri...
Daha kahverengi noktalar bu sefer içine çekildiğim bir kara delik gibi.
Tekrar karanlık...
Karanlığın arasından sesi geliyor. "Tamam, Helen... Dayan biraz daha, geldik sayılır"
Nereye geldiğimizi anlamıyorum. Dudaklarımın arasından ancak bir acı nidası çıkıyor. Vücudumun tamamı ağrıyor sanki, acının nereden geldiğini kestiremiyorum.
Duyduğum acıyla karanlık daha da koyulaşıyor.
Elimi sıkan biri var, o sıktıkça daha çok acıyor canım ama ne elimi çekebiliyorum ne de bir şey söyleyebiliyorum.
"Yekta, başını düzelt."
Artık sesler iyice uzayıp boğuklaşsa da konuşanın babaannem olduğunu anlayabiliyorum. Elimi tutan da o.
Yekta başımı iyice kendine yaslıyor ve kollarını vücuduma daha sıkı doluyor. Karanlık kısa bir süre de olsa perdelerini dış dünyaya açıyor. Yekta'nın göğsüne sokuldukça gördüğüm tek şey daha da artan kırmızılıklar... İçimden "Üzerine şarap mı dökmüş? Ama Yekta şarap sevmez ki..." diye geçiriyorum. Sonra o kırmızılar tekrar siyah oluyor.
Yekta'nın elleri saçlarımda geziniyor. Uzun parmaklarının saç tellerime teker teker dolandığını hissediyorum. Başımdaki korkunç ağrıya iyi gelen tek şey parmakları. Ona biraz daha yaklaşmak için hareket etmeye çalışıyorum ama tam bu sırada bir anda sertçe sarsılıyoruz. Neyse ki Yekta bana daha sıkı sarılıyor bu sarsıntıdan sonra.
Babaannem "Şükrü yavaş!" diye bağırıyor.
Sonra saçlarımın arasına rüzgar karışıyor. Sıcaklık gidiyor, üşümeye başlıyorum. Anlıyorum ki Yekta'nın kolları beni artık sarmıyor. Ama bu kısa sürüyor.
Bir anda havalandığımı, uçmaya başladığımı hissediyorum. Ama Yekta yanımda... Zaten ben de hiçbir zaman yükseklikten korkmadım. Karanlığa daha rahat teslim oluyorum.
Etrafımdan bir sürü insan geçip gidiyor, başım dönüyor. Uçuşum son buluyor, sanki düşmüşüm gibi sırtım ağrıyor, sert bir yere değiyor. Ama ben düşmem ki... Düşersem de Yekta tutar.
Gözlerim bol ışıklı, parlak bir beyazlığa açılıyor. Işıkların arasından Yekta'nın koşup bana yetişemediğini görüyorum. Işıklar çok parlak, gözlerim acıyor. Gözlerimi kapatmadan var olan bütün gücümle Yekta'ya sesleniyorum:
"Bırakma beni... bırakma..."
***
Kabustan gözlerime yine o parlak ışıkların girmesiyle uyandım. Gözlerimi ardı ardına kırpıştırdım. Burnumu nefret ettiğim ilaç kokusu doldurduğunda midem buruldu, kusmak istedim. Ama o kadar halsizdim ki sanki nefes bile almak güçtü benim için. Gözlerimi en sonunda canımı acıtan o parlak ışıktan ayırmayı başardığımda bana tamamen yabancı yorgun, ela gözlerle karşılaştım. Işıktan küçülmüş gözbebekleri, kırışık göz kenarları, hafif ıslak göz altları... Bozulan topuzundan alnına dökülen bukle bukle sarı saçları ve kulağındaki inci küpeleri görmesem o gözlerin babaanneme ait olduğunu anlayamazdım. Bahçedeki Çınarcım'ın gözleri derdim ama babaannemin diyemezdim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Denizin Yuttuğu Ev I - II
Ficción GeneralKış çok soğuk geçtiğinde, rüzgarlar sert estiğinde deniz kudururdu. Kuduran denizin dalgaları evin duvarlarına vururdu, zarar verirdi. İçimden 'Deniz evi götürecek!' derdim. Daha fazla haklı çıkabilir miydim? Denizin yuttuğu ev işte, bizden geriye k...