Junior Kaleli’lerin konağında bahar vardı bu sabah. Dünkü mahkemeden sonra herkes çok yorulmuş ama defalarca kaybettikleri bir davanın küçücük de olsa bir parçasına dahil olup kazandıklarını görmek ikisine de çok iyi gelmişti. Önce Nefes uyandı hafif kıpırdanmalar ile. Mahkeme sonrası üzerinden koca bir yük kalkmışçasına rahatlasa da, Bukre’nin artık kendini sürekli hatırlattığı dönemlere girilmişti. Son aylara yaklaştıkça erkenden uyandırıyordu annesini. Gözlerini usulca kaldırdı, gözüne ilişen şeyin güneşin ışıltıları olduğunu sandı önce ama biraz daha uyanıp gözlerini dikkatlice açınca Tahir’in parmağındaki yüzük ile karşılaştı. Güneşin değil parmağındaki küçücük bir halkanın ışıltısıydı, bir süre bakakaldı. Tebessüm etti, içten içe. Tahir her zamankinin aksine düz değil de, Nefese dönük olacak şekilde yan yatmıştı. Bir eli hala küçük bir çocuk gibi başının altında kalmışken, diğer eli Nefese uzanmaya çalışmış ama yolda kalmış gibi ortada öylece duruyordu. Ve küçücük bir halka, iki yüreği birbirine bağlıyordu.
Nefes ile uyumaya alıştığından beri hem geçmişi hem mesleği gereği sürekli tetikte olan yatış şeklini değiştirmiş, onun yerine gece uykusu bölünmeden huzurla uyduğu gecelere bırakmıştı kendini. Nefes gelene kadar hep dümdüz yatardı, düz yatmak korkuyu cebinde çakmak gibi taşımaktı. Bir eli cebinde, hep canı yüreğinde olmaktı. Nefes gelmişti, sevdiğine dönen yanı kalmıştı geriye.
Nefesin aklına saat gelmeseydi, saatlerce bir yüzükte huzur bulacak gibiydi. Saatin sekizi geçtiğini görünce panikledi. Hemen doğrulup, Tahir’i uyandırmaya koyuldu.
“Tahir! Tahir!”
Tahir öyle huzurlu uyuyordu ki, Nefesin çağırmalarına aldırış etmek bir yana, biraz daha Nefese yaklaşarak başını yastığına gömdü. Nefes geç kalacağı endişesiyle daha sesli çağırdı. Bir eliyle de omzunu çekiştirmeye başlamıştı.
“Tahir, hadi kalk, saat kaç oldu!”
Tahir gözü kapalı cevap verdi.
“Hı?”
“Tahir kalksana! Geç kalacaksın!”
Tahir daha fazla dayamadı, başını hafifçe kaldırıp, gözlerini açtı. Biraz sistemli, biraz uykulu sesiyle cevap verdi.
“Nefes! Ben seni böyle mi uyandırıyorum kızım! İnsan kocasını böyle mi uyandırır?”
Nefes Tahir’in hastanede ona ‘uyan yarim uyan çona’ şarkısıyla uyandırdığı anı hatırladı. Tebessüm etti, Tahir’in gözlerine gülümseyerek cevap verdi.
“Ya Tahir... Şirinlik etmenin sırası mı şimdi! Geç kalacaksın diyorum. Mustafa abinin dilinden kurtulamayacaksın!”
“Allah Allah... Şirinlik eden de kim? Ben bugün gitmiyorum şirkete.”
Tahir son cümlesiyle başını yeniden az önceki yuvasına yerleştirdi. Nefes yatağın içinde kendini yukarı çekerek biraz daha doğruldu.
“Ne demek gitmiyorum? Tahir, bak, korkutma beni. Bilmediğim bir şey mi oldu?”
Tahir başını yerinden hiç oynatmadan, gözlerini açtı.
“Senin bilmediğin bir şey olması mümkün mü geyik hanım! Dün konuştum ben abimle merak etme. Bugünden itibaren doğum iznine çıkıyorum.”
Tahir yeniden gözlerini kapatıp, hiçbir şey olmamış gibi uyumaya devam etmeye çalıştıysa da Nefes bu durumu pek ciddiye almamıştı. Tebessüm etti duyunca;
“Tahir ne doğum izni, şaşırdın iyice, sen değil ben doğurucam, unuttun mu!”
“Asıl sen unuttun, doktor karına iyi bak dedi, daha çok yesin dedi. Hem dünden sonra ben seni bir daha yalnız bırakmam.”
Nefes gülümseyerek az önce doğrulduğu yuvasına yeniden yerleşti. Tahir’in hâlâ kapalı gözlerine dokundu. Başı, onun başıyla aynı hizayı buluncaya kadar eğildi. Az daha yaklaştı, elini usulca Tahir’in sakallarında gezdirdi. Tahir gözlerini açmadan öylece bekledi. Nefesin elini teninde duyduğu andan beri içindeki huzuru yüzüne yansıtmadan edemedi. Başını biraz daha yaklaştırdı, sanki Nefes daha kolay uzansın diye. Nefes tebessüm etti kocasının onun için yaptığı telaşlı çırpınışlarını görünce. Doğum izni meselesini daha sonra konuşmak üzere rafa kaldırdıysa da, şu anın tadını doyasıya çıkarmak istedi.
“Tahir...”
Nefes sadece içindeki huzuru paylaşmak istediği için seslendiyse de, Tahir yine riv riv edeceğini sandığı için sözünü kesti. Gözlerini açtı ve yanağındaki elin üzerine elini yerleştirdi. Avuç içinin kokusunu çekerek uyandırdı gözlerini.
Tahir’in asıl derdi mahkeme olayından sonra iyice sarsılan karısının an be an yanında olmak için kendince bahaneler bulmaktı.
“Bi itiraz etme kızım da... Seni özledim ben, oğlumu özledim. Ne zamandır gemi-doktor derken size hasret kaldım.”
Nefes başparmağını hafifçe sakallarında gezdirirken konuşmaya devam etti.
“Hasret mi kaldın? Tahir doğuma kadar böyle yapacaksan işimiz var seninle! Üç ay evde oturup başımı mı bekleyeceksin?”
“Gerekirse onu da beklerim. Bugün Yiğit’in odasını boyayayım diyorum?”
“Boya mı? O nerden çıktı şimdi?”
“Bu eve ilk girdiğimizde senin benden istediğin tek şeydi. Araya başka şeyler girince ihmal ettik. Şimdi küçük sincaba da oda yapmak lazım. Paşam onunkini atlayıp kızın odasını yaptığımızı görünce üzülür şimdi.”
Nefes şimdi sadece yüzüyle değil, vücudundaki tüm hücrelerle birlikte gülümsemişti.
“Sen çok güzel bir baba oldun, biliyorsun değil mi?”
Diye sordu usulca, Tahir’in tebessümü ile cevabını almış, daha fazlasını beklememişti. Ama elmacık kemiğinin üzerinde gezinen bu zarif kokunun büyüsünden çıkabilmek için içinde verdiği savaşı Nefes’ten başkası duymazdı. Nefes duydu ama durmadı. Tahir bakışını kaçıramadı ama aklını kaçırmamak için konuyu değiştirmeye çalıştı.
“Perdeleri yıkamak istiyordun ne zamandır evdeyken onu da halledelim.”
“Tahir perde nereden çıktı? Hallederim ben onu sonra.”
“Nefesim, karnın burnunda bir de perde mi asacaksın! Olmaz öyle şey, hem... Perde asayım da az işe yarayayım dimi?”
Nefes kıkırdayarak karşılık verdi. Bir zamanlar dokunmaya korktuğu adamın yanında gülümseyerek uzanabilmenin huzurunu bir kez daha duydu içinde. Öyle uzun bir yoldan gelmişlerdi ki... Perde asma meselesi onlar için artık bu konuları şakaya vurabilecek kıvama geldiklerinin göstergesiydi. Ve şimdi bu uzun yolda aştıkları mesafenin her bir santimi öyle özel ve değerliydi ki...
Nefes o anı yeniden yaşadı. Şimdi içindeki huzuru Tahir’in tenine bırakmaktan başka bir düşüncesi yoktu. Biraz daha sokuldu sağ tarafına. Alnı Tahir’in alnıyla buluşana kadar yaklaştı. Bir süre bekledi. Tahir alnında hissettiği sıcaklığın etkisiyle kapattı gözlerini. Sadece bekledi. Nefes başını az daha çevirip, burnunu Tahir’in burnuyla birleştirdi. Tam bu anda o da kapattı gözlerini.
Gün şimdi aymıştı. Sahte gün aydınların arasında, gülümsersen ayar gün, diyen bir sevgilinin avucunda huzuru bulmaktı. Sıcacık bir düş gördüğüne inanıp, bu düşten hiç uyanmamak için yalvarmaktı sanki. Merhametti, gönülden gönüle akan sessiz bir şiirdi. Gün aymıştı ve bahar kokusu, yerini yazın hafif esen inceliğine bırakmıştı.
...
“Ya baba!”
“Söyle paşam!”
“Bu gemi çok büyük olmuş, ben şimdi nasıl boyacağım hepsini?”
Yiğit elinde boya fırçası ile yapamayacağından korktuğu darbeleri babasının gözlerine bırakmıştı sitemle. İçinde kocaman bir telaş vardı. Kendi zaten çocuktu ama içinde hep kocaman adam olmak zorunda hissettiği kimliğinin yerini kendi yaşının telaşına bırakıyordu babasının elleriyle. Tahir tebessüm etti bu masum bakışlara.
“Gel bakalım aslanım, nereyi yapamadın?”
Tahir duvarlardan üçünü açık maviye boyamak için kolları sıvamıştı. Diğer duvara ise koyu mavi bir deniz, üzerine kocaman bir gemi çizecekti. Geminin en ince ayrıntısına kadar çizilmiş taslağını yerleştirmiş, araları boyama işini ise oğluna bırakmıştı.
Boyu zaten zar zor yetişen Yiğit taburenin üzerinde fırça ile cebelleşirken Tahir yanına geldi. İki kolunun arasına taburenin üzerindeki Yiğit’in başını yerleştirdi. Bir eliyle belinden destek verdi. Diğer eliyle fırça tutan elinin üzerinden tuttu. Yiğit babasının parmaklarını takip ede ede, geminin güvertesini çizdi.
“Oleyy be! Çok güzel oldu!”
“Oldu tabii ya, benim oğlum yapar da olmaz mı?”
“Ama ben değil ki, sen yaptın, sayılmaz!”
“Allah Allah, niye sayılmıyormuş. Bir kere baba ne yaparsa, oğlu onun üç katını yapmış sayılır!”
Yiğit şaşkın gözlerle cevap verdi.
“Öyle mi sayılır?”
“Öyle tabii ya! Hadi bakalım senin mesai doldu, doğru camiiye. Osman babam yakar yoksa hepimizi.”
“Tamam ama bizim ormanımızı da çizelim!”
“Olur paşam, onu da çizeriz.”
Kapıda Nefes gülen gözlerle kocasıyla oğlunun konuşmalarını dinliyordu. Tahir’in son cümlesinden aldığı güçle içeri girdi.
“Oo miço! Bu gemi çok güzel olmuş ama!”
“Sadece şurasını babam yaptı, diğer yerlerini ben boyadım.”
“Off! Aferin benim becerikli oğluma. Ay ışığında uluyan kurdun başka bir görevi varsa buralar artık mavi tüylü geyiğe emanet. O zaman benim mesai başlayabilir.”
Nefes kocaman bir öpücük kondurdu oğlunun alnına. Tahir Nefesi boya işlerinden uzak tutabilmek için yeterli fırçanın olmadığını söylemişti ama Nefeste hiç de bu anı kaçıracak göz yoktu.
“Iı... Şey... Nefes, sen bir çay mı koysan, yorulduk biz, dimi paşam?”
“Tahir ne çayı, az önce sofrayı kaldırdık ya! Hadi bende boyamak istiyorum. Nereden başlıyoruz, neresi kaldı?”
“Nefesim... Biz ne konuştuk seninle? Bu gemi çok yüksek düşeceksin, bir şey olacak!”
“Ya Tahir banane! Bu boya fikri benim değil miydi, ben de boyayacağım. Bir şey olmaz merak etme!”
Tahir elindeki boya kutusunu kenara bırakıp, Nefese doğru sert bakışlarla yaklaştı. İkisi de inatçı ama ikisi de Yiğit’in yanında ses yükseltemeyecek kadar da düşüncelilerdi. Tahir Yiğit’in gözlerine baktı önce, biraz saha sakin konuşmak ister gibi Nefese yaklaştı.
“Sen boyamayacaksın!”
“Hayır, boyayacağım.”
“Boyamayacaksın dedim.”
Nefes sinirli sesiyle Tahire bir adım daha yaklaştı.
“Ben de boyayacağım dedim. Hani Nefes kaptan ne derse o olacaktı, ne oldu Deli Tahir, unuttun mu?”
“Kızım aynı şey mi! Seni düşündüğümden diyorum ben. Boya kokusu var her yerde! Hem boyayacağın yer yüksek dedim ya!”
“Tahir çocuk muyum ben! Sen de gemiyi o kadar yükseğe çizmeseydin, ne yapayım!”
Tahir sert bakışlarını bir an oğluna kaydırdı. Yiğit köşede kıkır kıkır gülmeye başlamıştı. Merakla sordu.
“Ula! Sen neye gülüyorsun?”
Yiğit, anne babasının normal aileler gibi tatlı tatlı atışmalarından etkilenmiş, iki kolunu kocaman yana açarak bağırmıştı.
“Biz artık, acayip normal bir aile olduk!”
...
Nefesin inadı tabii ki de Tahiri yenmişti ve Nefes kazanmıştı. Nefes içindeki telaşı durduramamış, Yiğit gittikten sonra, taburenin tepesinde yerini almıştı. Tahir ise taburenin dibinde endişeyle, Nefesin işinin bitmesini bekliyordu. Düşer de darbe alırsa hiç iyi şeyler olmayacağı aşikardı. Ama içten içe de Nefesin yüzündeki bu tatlı ifadeyi görebilmek her şeye değer diye geçirdi.
“Bitmek üzere.”
“Nefesim... Paşama da bıraksan biraz boyanacak yer, gelince kızmasın?”
“Tahir beni indirmek için bahane arayıp durma. Yiğit beni bekleyin demedi.”
Nefes gülerek söyledi son sözünü. Ama yorulduğu doğruydu, kolları çoktan ağrımaya başlamıştı.
“Ya tamam! Arkasını da Yiğit boyasın gelince.”
Nefes bir ayağını yere indirmek için adım atmıştı ki, tabure üzerindeki ayağında ani bir kasılma hissetti. Dengesini kaybedip, tam düşecek üzereydi ki, Tahir iki koluyla aniden yere indirdi Nefesi. Şimdi ikisi de yerde, ayakları uzanmış halde oturuyorlardı. Kramp giren ayağına eliyle uzanmaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Acı çektiği yüzündeki ifadeden çok belliydi. Tahir soğukkanlılıkla ayağına uzandı. Nefesin ayağını altından kavrayarak tersi yönünde germe yapmaya başladı. En son ki randevuda doktor sıkı sıkı tembihlemişti. Nefes çok zayıf olduğu için ara ara krampları olacağını, dikkat edip düşmemesi gerektiğini, gerekirse nasıl müdahale edeceğini bile göstermişti.
“Nasıl daha iyi misin?”
Nefes sızlayan ses tonuyla cevap verdi.
“Daha iyi... Ağrıyor biraz sadece.”
Tahir biraz daha germe yaptıktan sonra kendini biraz daha geriye çekerek Nefesle göz göze gelene kadar arkaya yaslanmıştı. Nefes ise ağrının verdiği can havliyle kocasının boynuna kolunu attı. Tahir Nefesin gözlerine bir süre öylece bakakaldı. Onun gözlerinde kaybettiği cenneti vardı.
“Nefes...”
“Hı?”
“İlla kovduracaksın kendini... Geri bassana kızım!”
Nefes bakışlarını hiç oynatmadan cevap verdi. İçinde hafif bir kalp çırpıntısı, yüzünde hafif bir sessiz telaş vardı.
“Tahir ayağı ağrıyan benim, sen değilsin.”
Tahir ciddiyetini bozmamaya çalıştıysa da tebessüm etmeden duramadı. Yavaşça kendini geriye çekip ayağa kalktı, bir eliyle Nefesin elini tutup, diğeriyle de belinden destek vererek ayağa kaldırdı. Konuyu değiştirmeye çalıştı.
“Söz dinlemiyorsun ki, verdik kaptanlığı, palamarın ucunu artık tut tutabilirsen!”
Nefes kahkaha attı bu söze, Tahir’in çektiği sandalyeye oturdu. Ayağının altına koyduğu yastıkla biraz daha kendini iyi hissediyordu.
“Ben şimdi şu alta geyik, kaplan falan yapıştıracağım, sen onların içlerini boyarsın, oturduğun yerden olur mu?”
“Tahir böyle kolayı vardı da, niye söylemiyorsun?”
“Söylesem sanki söz dinliyorsun!”
İkisi de tebessüm etti. Odanın bir duvarı mavi ile yeşilin birleştiği kocaman bir dünyaya dönüşüyordu. Ormanda kaybolup gelen bir adet geyik ile bir adet sincabın, denizin maviliği arasından çıkan kaplanla resimleşmiş haliydi. Ve bu iki hikayenin birleştiği yerde tam deniz ile ormanın birbirine karıştığı yerde sincaplar vardı. Bir destan, bir boya ile böyle sonsuza yazılmıştı. Yollarını her kaybettiklerinde bu resim her birine yol gösteren çok güzel bir haritaya dönüşmüştü. Ve Yiğit’in odası, tam da hayalini kurduğu masalın nasıl da gerçeğe dönüştüğünü anlatan ayrı bir dünya oluvermişti.
Hepsi bittiğinde, Tahir Nefesin ayağa kalkmasına yardım etti. Bir elini karşı omzuna yerleştirdi. İkisi de hayran hayran karşılarındaki hikayelerinin resimleşmiş haline baktılar parlayan gözleriyle. Sonra ikisi de birbirine döndü, az önce duvarın üzerinde kalan mavilik Tahir’in gözlerine dolup taşmış, ormanın yeşilliği Nefesin gözlerinde yerini bulmuştu. Bir kez daha tebessümle baktılar ve onların gözleri bu masalın en güzel şahidi oldu.
...
Mahkeme gününden sonra çok şey değişti, önce Nefes değişti, Tahir değişti sonra Sürmene değişti. Trabzon değişti. Karadeniz değişti. Çünkü o gün sadece bir kadının katili değil insanlığın katili gün yüzüne serilmişti. Çünkü o gün insanlık çıkmış da hakimin karşısına aylarca kulak tıkanmak isteyen ne varsa gün yüzüne çıkmıştı. Her şeyden öte, Nefes için yeni bir hayat başlayacaktı. Belki çok küçük bir adımdı ancak bu dünyada zalimin kaybedeceği günleri görebilmek için umutlanmaya yeterdi. Ve bu umudun ilk kırıntıları mahkeme sonrası Kaleli konağında yankısını duyurmaya başlamıştı.
“Saniye Hanım! Hayırdır sana ne dolu?”
“Asiye! Bir sus da, bir sus! Görmüyor musun herkes zaten perişan.”
“Görmeye görüyorum da, anlamaya anlamıyorum Mustafa! Hele ikinizi hiç anlamıyorum!”
Mahkeme sonrası köyde kolu komşu soluğu Asiyenin kapısında almıştı. Her biri veryansın ede ede Nefesin anlattıklarına üzüldüklerini anlatıyorlardı. Henüz Nefesin karşısına çıkacak yüzleri olmadığı için en azından iç dökecek bir kapı bulmaktı niyetleri. Her biri bir ağızdan bağrış çağrış ne edeceklerini tartışıyorlardı. Aralarında en sessiz olan ise bugün Saniye hanımdı. Ne gelen misafirlere laf etmiş, ne de onlara hak verecek iki kelam etmişti. Gözleri yerde, bazen ağlamaklı bakışlarını herkesten saklamaya çalışır gibi bir köşede öylece bekliyordu. Mahkeme salonuna gelen herkes kendi ailesinden üç beş kişi derken köyde duyurmadık birini bırakmamışlardı. Asiye’nin gözüne ise onca kalabalıkta sessizce kendi içine dalan Saniye hanım takılmıştı.
Yangazlar Mustafa ile Asiye’nin atışması üzerine araya girip milletin ortasında tartışmalarına engel olmak istediler.
“Ya abi, ne ediyorsunuz, herkes sizi dinliyor!”
Mustafa ise hiç istifini bozmadan az önceki yüksek tonlu sesiyle devam etti.
“Ula ne olacak, yengenizin reisliği tuttu yine, bu defa derdi ne anlamadım ya!”
Fatih Asiye’nin tarafına geçti.
“Asiye Reis bir şey diyorsa vardır bir bildiği abi! Yenge, hayırdır?”
“Hee, hayır Yangaz hayır… Desene Saniye hanım! Hayrı kalmış mıdır bu işin?”
“Uğraşma benle, işine bak!”
“Yook Saniye hanım, yok. Senle uğraşacam daha, sen nasıl uğraştıysan o iki mazlumla, bugün bende aynen uğraşacam senle”
Mustafa da, Saniye de anlamamıştı demek istediğini.
“Asiye, anam zaten hasta, ne kadar üzüldü sen gördün, daha ne istiyorsun!”
“Üzüldü ha? Güya gözyaşı döktü ardından. Yok öyle üç kuruşa beş köfte Mustafa! Ha Saniye hanım anlatsana! Bağırsana yine gidin bu evden diye, ortalığı kaldırsana ayağa! Oğluna analık etmek için uydurduğun yalanların bile altından ezilmeden kalktın sen. Bu mahkeme sana niye koydu ki!”
“Asiye, sus dedim da!”
“Ya sen Mustafa? İlk defa mı duydunuz siz Nefesi? Hadi bunlar köylü, kapı ardında neler döndüğünü bilmediler. Ya siz? Sizle bu kadın kaç ay aynı sofraya oturdu. Siz ne yaptınız, Nefes bu evden gidecek de, Rusya’ya kaçacak da, yok bizim canımızda, Tahir’in canı da… Canınız batsın e mi, sanki hiçbir şeyi duymamış görmemiş gibi mahkeme de iki gözyaşı dökmeyle vicdanlı olunmuyor. Senin vicdanın nereyedir Saniye hanım, sen onu denize gömdün sandıydım. Bugün ne oldu da, bilmediğin ne duydun da, bu hale düştün? Ama yook, size müstehak, hepimize müstehak, duydun mu Naciye, Cemal reis sende duydun mu… Kimse aklamasın kendini bu davada. Hepimiz bir olup sahip çıkamadık kıza. Ne yalancılığı kaldı, ne deliliği, ne karılığına takmadığınız bir kulp. Dedikodusunu etmek kolaydı he Emine abla, Şükran yenge… Ne istiyordunuz ki, neyi bekliyordunuz inanmak için mahkemeye çıkana kadar? Ha Saniye hanım, illa açıp sırtındaki yaralarına dokunman mı lazımdı o kör vicdanını uyandırmak için? O kız sırtında geçmeyecek yaralarına tuz bastı da sana ana dediydi, hatırlıyorsun değil mi? Ama sen ne ettin, ilk fırsatta yine yapacağını yaptın. Kız boy boy afişlerde gezerken aklınız neredeydi, eline taş alıp şu kapıya geleneler kimdi, şimdi kimse masum numarası etmesin burada. Nefes ne der bilmem ama ben olsam hepinize haram zıkkım ederdim hakkımı.”
Asiye köylüye böyle çıkışmıştı. Nefesi görmek istemişlerdi ama Nefesin kapısını çalmak artık daha zordu. Yine de daha fazla sessiz kalmamak adına bir şeyler yapıp, bu cesareti bulmak zorundaydılar.
“Tahir uşağım... Biz Nefes bacımı görmeye geldik”
“Hayır mıdır Gültekin abi, bayram değil, seyran değil, çoluğu çocuğu toplamışsın?”
“Biz konuşmaya geldik, Nefes bacım nereyedir?”
“Asıl sizin yüzünüz nereyedir! Kimse karımı göremez. Yeni mi aklınız başınıza geldi ula! Bu kıza iki yıldır etmediğinizi bırakmadınız da şimdi ne oldu kapımıza dayandınız?”
“Biz hata ettik, en baştan beri Nefese değil de o şerefsize inandık.”
“Şimdi ne değişti Hanife teyze. Ne oldu da inanmaya başladınız? Ha, dur! Mahkemede döktüğü gözyaşına mı inandınız, bu kız yıllardır döküyor bu gözyaşını yıllardır, yeni mi aklınız başınıza geldi? Hangi biriniz dönüp de yardım edelim dediniz, hanginiz şahitlik ettiniz bu kıza? Nefesim aylardır sizin yüzünüzden şu koca Karadeniz'e sığamadı be... Siz hala ne affından bahsediyorsunuz. Gidin, bir daha da kimse çalmasın kapımızı, bize el olan memleket, az da size el olsun! Bize daha fazla dar etmeyin burayı yeter.”
“Tahir, bizim kötü bir niyetimiz yok. Hepimiz çok üzüldük bu olanlara.”
“Çok kolay dimi ay gün ortaya çıkınca yanında olmak, destek olmak? Bu kız tek başına ağlarken bir de siz vurdunuz be? Ben size bu kızı yedirmem dedikçe siz daha beter geldiniz.”
“Koçum yavaş!”
“Ha yavaş... Ben aylarca hanginizin gözüne baksam kendimden nefret etmekten korktum. Ben karımın elini tutup ha bu yola çıkmaya korktum. Biriniz bir laf edersiniz de canını yakarsınız diye. Şimdi bir hakimin lafıyla elimizden tutacaksınız, hiç zahmet etmeyin. Bunca zaman nasıl dik durduysak yine dururuz. Siz bir daha size elini uzatan mazluma kapınızı kapatmayın başka bir şey istemez. Nefes oğlumu alıp bir başına minibüste günlerce aç susuz uyumak zorunda kaldıysa kimse kusura bakmasın, bunda hepimizin suçu var.”
Tahir bakışını Saniye hanımda durdurdu. Onun gözlerine bakarak konuşamazdı ya, karşıdaki iyice yeşillenmiş dağın eteklerine bakarak söylendi.
“Siz bazen unutuyorsunuz ama bu kız unutmuyor. Bir gün unutsa ertesi gece kapısını çalıyor. Gözlerinin içine baka baka bir yangına uğurladınız lan siz bu kızı! Evin kapısını da Vedat ölmeden açmadınız. Bıktım ulan! ben bu kadının içindeki duyulmayan çığlıkların sessizliğinden bıktım usandım. Ben size bizi anlatmaktan usandım.”
“Yengem, bir soğu da! Nefesim iyi mi, evde mi?”
“Olanları en iyi bilen sensin yengem ama senden bile korumak zorunda kaldım Nefesi. Ben yokken ne ona sahip çıktınız, ne oğlumuza. Ne gelinliğiyle girdiği eve sığdırdınız ne ona uzanan kirli ellerden korudunuz. Size göre hep biz yanlış olduk, hep biz haksız olduk. Her şeyde... Şimdi sende kusura bakma yengem ama artık hiçbirinizin karımı daha fazla üzmesine izin vermem!”
Tahir sinirden damarları dışarıdan belli olacak kadar delirmişti. Derdi kimseye hesap sormak değildi. Derdi en başta Nefese inanmayan kim varsa, şimdi mahkemeden sonra inanmış olmasıydı. Derdi yine Nefes gibi biri kapılarını çaldığında yine aynı şekilde tepki verip, zalim hakim karşısına çıkana kadar bu memleketi ona zehir edecek olmalarıydı. Sinirden havaya kalkmış sağ elini indirmeye bile hâli kalmamıştı şimdi. Arkadan uzanan sıcacık elin etkisiyle gözlerindeki ferin aniden söndüğü dışarıdan bakıldığında hiç de fark edilemeyecek gibi değildi. Gelen Nefesti. Tahir’in dinecek fırtınası vardı ve şimdi bunu ona uzanan elleriyle yapacaktı. Şimdi iki insanın karşısında koca bir köy duruyordu. Nefes elini hiç ayırmadan Tahire döndü. Boncuk boncuk dolu gözleriyle konuştu.
“Hani burası bizim evimiz, bizim memleketimiz ya, biz kendi memleketimizden kimseyi kovmayalım olur mu?”
Tahir Nefesin bu güçlü duruşu karşısında ne diyeceğini bilemedi.
“Ula Nefes...” diyerek içindeki öfkeyi biraz olsun dindirdiğini gösterebildi sadece. Biraz geriye çekilerek, gelenlerin içeriye girebilmesi için yol verdi.
Zamanında Nefes koca Karadeniz’e sığamamıştı ama o gün bir köy insan bir konağa sığmıştı. Asiye önden geçti. Onun da kendi içinde yaşadığı sayısız pişmanlık vardı. Başı yerde, gözleri sulu sulu, elleri titreye titreye girdi. Arkasından herkes sırayla içeri girdi. Yine en arkada kalan Saniye Hanımdı. Her ne kadar Asiye ile birlikte az önce en önde olmasına rağmen, Tahir’in fırtınalı sözleri, nefesin vicdanını dinlediği bakışların altında ezilmişti. İleriye adım atamadı, herkes içeri girdi, o kapıda öylece bekledi. Daha önce geldiğinde de giremediği bu kapı şimdi yine onun içindeki pişmanlığın sığamayacağı kadar büyüktü. Tahir başını kapıya dikti, arkasını dönüp Saniye hanıma bakamadı. Analık hakkı diye sustuğu ne çok şey vardı içinde. Şimdi sesi çıkınca anladı. Onu eve buyur edip, Nefesin analığını altında ezdirmedi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Zarif Sevda : Nefes İle Tahir
FanfictionYorgun gönlün içinde... İkinci sezon finali sonrası yeni başlangıçlar... İçimizde kalanlar...