Güneş henüz batmıştı. Tung, aklından yine aynı soruyu geçirdi: bu belaya yine nereden bulaşmıştı?
Sorunlara bu kadar yakın yaşayıp sonra da ona yakalanmaya her seferinde aynı tepkiyi veriyor, şaşırıyordu. Yine öyle olmuştu ama bu kez durum pek parlak görünmüyordu. Parlak olmayan elbette ki Tung' un kendine olan güveni ya da bu sefer etrafını saran en azından on beş kişiden kendisine karşı yükselmekte olan öfkenin baharatımsı kokusunu almış birinin hissedeceği doğal korku hali değildi.
Yine aynı şey olacaktı, bundan neredeyse emindi: karanlık yanı ortaya çıkacaktı ve o bunu bastırmak için yine uğraşacak, o bilindik karamsarlık tümüyle Tung'un ruhunu ele geçirecekti. O daha aklını kurcalamakta olan bu gel-gitlere bir çözüm bulamadan adamlardan iri olanı bir adım daha atarak neredeyse burnunu Tung'un yüzünde dayadı:
-"Bir daha söyle bakayım, ne dedin?"
Tung sessizce adamın arkasına doğru bir göz attığında bu sahneyi de önceden hatırladığını fark etti. Tıpkı diğerleri gibi, bu kuş beyinliler de iri arkadaşlarının arkasına doğru yaklaşmaya başlamış; basit bir insanın düşünebileceği en basit saldırı manevrası olarak, güçlü olanın arkasında mevzilenmişlerdi. Ama Tung, savaşçı ırkının ona doğuştan getirdiği temel sezileri sayesinde biliyordu ki bu şekilde konuşlanmak, düşmanın işini kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramayacağı gibi, geri kalan adamların da birkaç etkili darbeden sonra ürkmelerine neden olacaktı.
Bu basit grup içinde, en temel fikrin, öndeki iri kıyım adamın yapabileceklerine olan inanç olduğu düşünüldüğünde de sayının hiçbir önemi kalmıyordu. Seçeneklerini şöyle bir gözden geçirdi; şu öndekini, eğer etkileyici bir darbeyle indirebilirse grubun yarısının tedirginliğini kazanacak, sonra karşısına çıkacak iki kişiye yapacakları ile de kavgayı çok fazla büyümeden kazanabilecekti. Bu durum, ona belki de çok daha az adrenaline neden olacaktı, yine de bu, şu an gruptaki en az on beş adamdan, tam karşısındaki iki metrenin üzerindeki insan azmanından ya da yavaş yavaş kınından çıkmakta olan kılıçların kulak tırmalayıcı tınılarından daha az şeye mal olacaktı.
Adam, artık niyetini iyice belli edercesine sağ kolunu hafif bir kavisle sanki bir mancınık gibi gerdi. Bir süre havada tuttuktan sonra olanca gücüyle savurdu. Havada bir ıslık çalarak tam yüzüne doğru gelmekte olan yumruk, eğer Tung eğilmese yüzünde bir ayda zor iyileşecek bir iz bırakacak ama çok daha kötüsü; o adam, değil bir ayı, ertesi dakikayı bile göremeyecekti.
Adam için endişelenmiyordu sonuçta o belki de bunu hak eden biriydi ama böyle şeylerden sonra gelen inanılmaz vicdan azabı Tung'u adeta kasıp kavuruyordu. Buna yeniden izin veremezdi. Dedesinin, babasının kısacası ailesindeki diğer herkesin ve ırkının sahip olduğu savaş içgüdülerine hiç yakışmayacak bir biçimde, rakibini düşünmek yerine bu düşüncelere dalmak, onun durumunda biri için ölümcül bir hataydı. Ölümcüldü, ancak yine de ölecek olan kesinlikle kendisi değildi.
Bundan sonrası rüzgâr gibi aktı. İri kıyım adamın kolunun altından geçtiği gibi onu yana itti ancak tam o sırada kafasına hızla inmekte olan odunu, daldığı anlık düşünceleri yüzünden çok geç fark etti. Tahta iki parçaya ayrılırken Tung kendini yavaşça kaybediyordu. Kendisini içine doğru çeken o huzurlu rüyanın pembeliğinde kaybolmak... Uyumak... En az iki gün uyanmamak isteğiyle dolup taşan kalbinin son çırpınışlarını buruk bir biçimde izliyordu. Kalbi son çırpınışlarındaydı; çünkü artık atmakta olan o kalp bir başkasının kontrolüne geçiyordu.
Tung, yavaşça ayağa kalktı. Sopayı vuran adamın attığı kahkaha yarım kalmıştı. Bu kadar kalın bir sopanın etkisinin çok daha ağır olmasını bekliyordu, dahası adamın suratındaki bu anormal sırıtış, sırtından buz gibi bir ürperti dalgası geçmesine neden oluyordu. Ne gülüyordu ki şimdi bu adam, acaba kafasına aldığı darbeden beyni falan mı sarsılmıştı? Yavaşça yanındaki arkadaşına döndü ve onun da gözlerindeki "Bu da ne?" bakışını gördü.
Tung' un sol kaşının hemen üzerindeki bir bölge, tıpkı ikinci bir nabızmış gibi atıyordu. Yüzüne gelip yerleşen o buz gibi gülümseme, karşısındaki on dört kişide, bir gülümsemeden beklenebilecek olanın tam tersi bir etki yapıyordu. Artık istemeyerekte olsa adamın arkasında kalmış olan iri arkadaşlarının yapacağı şeyi bekliyor ve ona güveniyorlardı. Bu tuhaf adam, onları cidden ürkütmüştü.
Adam şimdi hızlı hızlı nefes alıyordu ve sadece çok dikkatli gözlerin yakalayabileceği, elbiselerinin altındaki kaslarının hareketi, akıl alır gibi değildi. Beyninin salgıladığı adrenalin arttıkça kaslara pompalanan oksijen de artıyordu ve elbette ki adamın gömleği kaslarından dolayı yırtılmıyordu ama bu adam bariz bir şekilde irileşiyordu. Ya da onlara öyle görünmüştü.
Ve işte o an gelmişti. Tung'un kaşındaki seğirme bir anda durdu. Esen rüzgâr, artık oraya sadece bir ölüm havası üfürmekteydi. Tung, hızla dönerek arkasındaki adamın gözü ile yanağının tam ortasına bir yumruk patlattı. İki metrelik dev adam, sendelemeye bile vakit bulamadan iki ayağının da yerden kesildiğini anladığında çoktan kafa üstü yere çakılmıştı.
Diğerleri daha bunun şokunu yaşarken, bir dirseğin bir buruna çarptığında çıkabilecek en korkunç sesi, peşi sırada kınından çıkan bir kılıcın havayı ikiye yararak kırmızı bir sıvı saçmasını korkuyla izlediler. En arkadakiler çoktan arkalarına dönüp kaçmaya başlamışlardı bile, ama bıraktıkları arkadaşlarının acı dolu çığlıklarıyla hızla kalkıp indiği, parçaladığı kemik çatırtılarından anlaşılan kılıcı enselerinde hissediyorlardı.
Kaçışlarının yirminci metresi bile dolmamışken, üzerlerinden neredeyse uçarak geçen bir arkadaşlarını ( ya da ondan geriye kalanı ) görerek bir an yavaşladılar. Bu da gruptaki son altı kişinin toplamda yirmiden fazla parçaya ayrılması ile sonuçlanan yeni bir beş saniyeye neden oldu. İri adam, güçlükle doğrulurken yaşadıklarının şoku neredeyse suratına yapışmıştı.
Zaten adamın sinüsleri patlamış ve delicesine kanıyordu ama ortalık gerçek anlamda babasının mezbahasına dönmüştü bile. Birlikte büyüdüğü tüm arkadaşları yerde yatıyordu ve tamamına yakını tek parça bile değildi. Demin saldırmaya çalıştığı önündeki adam, kendisine doğru yürüyordu, yeşil gözleri kurumaya bile zaman bulamamış kanla kaplanmış siyah-kırmızı karışımı renkteki yüzünün içinde parıldamaktaydı.
Adama umutsuzca yalvarmaya başladı. Hayatı için endişe edebileceği hiç aklına gelmemişti. Sonuçta bir haraççıyı korkutmak amacıyla, birlikte büyüdüğü arkadaşlarıyla birlikte toplanmış ve adamı bir köşeye sıkıştırmışlardı. En fazla biraz hırpalayacak ve şehirlerinden defolmasını ona söyleyeceklerdi, tabii adam da pabucun bu kadar ucuz olmadığını anlayacaktı. Kendi kasap babası gibi diğer arkadaşları da şehrin ileri gelenlerinin çocuklarıydı ve şehirlerine birkaç günden beri çöreklenen bu haydut yüzünden sürekli diken üstündeydiler.
Babalarını haraca kesen bu adama sadece bir ders vermek istemişlerdi ama şimdi hiçbir arkadaşı nefes almıyordu. Bu adam, bu kadar deli olabilir miydi? Tung, kılıcını kınına soktu. Adam derin bir nefes almıştı. En azından onu hayatta bırakacaktı. Syril'e evlenme teklif etmesinin üstünden üç gün bile geçmemişti ve şimdi başına gelenlere inanamıyordu.
Tüm arkadaşları ölmüş, kendisi ağır yaralı ve tüm bunları yapan başka bir diyardan gelmiş, tüm şehri neredeyse tek başına haraca bağlamış bir barbardı. Adam halen yaklaşıyordu, artık gözleri bir parıltıdan daha fazlasını anlatıyordu. O ölümcül bakış, kendi endişesini yine kendisine yansıtan yeşil bir ayna gibiydi, gördüğü şey aslında kendi korkusuydu. Adam sanki kendinde değil gibiydi.
Tung usulca adama yaklaştı, bacağının diz kapağının arkasındaki kemiğine sertçe bastı ve tekmenin etkisiyle adamın kaval kemiğini kırdı. Adam acıyla yere çökmüştü ve korkuyla ağzından salyalar saçarak bir şeyler söylemeye çalışıyordu.
Tung, "Amacımız sadece korkutmaktı!" ile "Bir nişanlım var, acı bana!" benzeri birkaç kelimeyi duydu ya da duyduğunu sandı. Sert bir hareketle adamın boynunu kendi soluna doğru çevirerek diğerleri gibi onun da acınası hayatına son verdi. Adamın cansız kafası yere çarparken Tung da yavaş yavaş yeniden kendine gelmeye başlamış ve gördüklerinin etkisiyle dudaklarından dökülen iki kelimeye engel olamamıştı:
-"Tanrılar adına!"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Lanet & Armağan
FantasyOndan aman dileyemezsiniz... Çünkü zaman ve derman bulamazsınız! Onun karşısında duramazsınız... Çünkü kılıcından akan kızıl kan, sizin kıymetli kanınızdır! Ondan kaçamazsınız... Çünkü öfkesi gözünü kararttığında, sizin zavallı hayatlarınız için...