Bölüm 31: Av

704 86 3
                                    

Şimşek gibi daldılar ucu bucağı görünmeyen ormana... Diğer ucu Svallia'nın sınırlarına kadar uzanıyordu, Roast Orman'ının. Slea, hızla arkalarında kalırken Prados'un ormanın içindeki diğer yüzünü görme fırsatı buldular. Dev ormanın içinde, belirli aralıklarla dizilmiş, ağaçtan yapılma, kümeler halinde ev olmaktan çok uzak yapılar yer alıyordu, Slea da ki ışıltıdan eser yoktu burada. Kirli yüzlü ve açlığı, kemiklerinin çıkıklığından belli çocuklar, Prados'un orman halkını oluşturuyordu.

Çok güçlü bir ülkeydi Prados, hele Svallia dağıldıktan sonra iyice güçlenmişti. Ordu olarak da, ekonomik açıdan da Priest ile baş edebilecek tek ülke gibi görünüyordu, ama diğer tüm güçlü ülkelerdeki gibi burada da belli bir grup çok lüks bir hayat tarzı sürerken geri kalanlar, bir anlamda ölüme terk ediliyordu. Hayatları için mücadele etmek zorundaydılar, yoksa açlıktan ölürlerdi.

Bu karmaşık ve eşitsiz insan topluluğundan nasıl bir ulus yapılabileceğini aklı almıyordu Tung'un. Hoş, kendi kabilesi hiç ülke olamadığından bunu anlaması da pek mümkün görünmüyordu. Yine de Alback'ın işi çok zor olduğu belliydi. Adaletli bir gelir dağılımı her ülke için çok önemliydi, ama görünen oydu ki; onca gösteriş ve zenginliğine rağmen Prados'da, daha açlıktan ölmeyi bile engelleyemiyordu kral. Gelir dağılımı adaleti bu ülke için lükstü, bu insanları savaşçı haline getirmeden önce açlıktan ölmemelerini sağlamak gerekiyordu.

 Vraksim, ışıltılı başkentlerinin göz alıcı maskesinin altındaki asıl yaşamı, beraberindeki iki yabancının görmesinden pek hoşnut değildi. Belki de bu yüzden atını doludizgin sürüyordu, at ağzından köpükler çıkarıyordu artık. Biraz daha bu hızla durmadan devam ederlerse çatlayacaktı zavallı hayvan, Tung da bunu anlamıştı ama ağzını açıp bir şey söylemeyi uygun görmedi. Bu sırada Alback'ın sesi duyuldu:

-"Vraksim! Yavaş biraz, bu acele niye? Biraz dinlenmeye ihtiyacımız var."

Baş vezir de fazla gergin olduğunu fark ederek:

-"Babanız sizinle acilen görüşmek istiyordu. Sanırım bu yüzden panik yaptım ben de biraz. Yoldan geldiğinizi göz ardı etmemeliydim prensim, üzgünüm. Burada mola verebileceğimiz çok güzel bir yer var, biliyorsunuz küçükken oynamanız için sizi ve Prenses Daria'yı buraya getirirdi Vivien. Çok yakınız oraya..."

Alback'ın yüzündeki yorgunluk çizgileri, ışıltılı gülümsemesiyle bir anda dağıldı. Lea'ya dönerek:

-"Evet, hatırlıyorum orayı! Lea, birazdan dünya üzerindeki en güzel yeri göreceksin, hazır ol!"

 Lea, boş gözlerle baktı prensin çocuksu neşesine. Yorgunluktan perişan hali, sanki bir büyüyle neşeye dönüşmüştü, hakikaten insana enerji pompalıyordu. Vivien'de de vardı aynı şey, o sesiyle yapıyordu aynı etkiyi, Alback gülümsemesiyle...

                                    *  *  *

Beş dakika geçti geçmedi, bir anda dev bir şelalenin ikiye böldüğü yemyeşil bir vadiye girdiler. Hava bir anda incelmişti, sanki dünya değiştirmiştiler. Yeşilin her tonu seçiliyordu vadinin iki yamacında, kulaklarında şelaleden dökülen suyun yoğun ama dinlendirici şırıltısı yankılanıyordu.

Tung da daha önce bu kadar güzel bir yer gördüğünü hatırlamıyordu. Suyun şırıltısı, çok yüksek bir oktavdı, ama her nasılsa insanın kulaklarını yormaktan çok dinlendiriyordu. Suyun kenarında yavaşça eğildi, elini yarıya kadar suya soktu. O kadar soğuktu ki; elinin hemen uyuşmaya başladığını fark edip geri çıkardı. Bir yandan da kuş cıvıltısı olduğunu tahmin ettiği hafif sesler de geliyordu kulağına, Lea'ya baktığında kızın adeta büyülenmiş olduğunu fark etti. Göğüslerinin hızlı hızlı inip kalmasından ne kadar heyecanlandığı belliydi, sanki havayı tümüyle içine çekmek ister gibi soluk alıyordu. Alback'ın yüzünde de salakça bir gülüş vardı. Tyruslu, bu etkilenmişliğe bir son vermesi gerektiğini düşündü ve Vraksim'e:

Lanet & ArmağanHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin