Güneş, bu sabah beraberinde ölüm sessizliğini de getirip doğmuştu. Eve puslu bir hava çökmüş gibiydi, bunun uğursuzluğunu her zerremde hissedebiliyordum. Burada uyandığımda kulağıma çalınan ilk ses Feyn'in kahkahaları olurdu ancak bu defa hiçbirinden eser yoktu. Abileriyle kavga eden ufak çocuk, ona bağırıp duran yetişkinler, Leya'nın ve Lukan'ın neşeli gürültüsü...
Öylece odamdaki tavanı izliyordum.
Yine yalnız kalmıştım. Sanki bu hissi sonsuza dek yaşamak için dünyaya gelmiş gibiydim... Tek başına kalmışlığın dinmeyen acısını ruhumda zaptedemiyordum. Birileri etrafımdan geliyor, geçiyordu. Daimi bir yalnızlığa hapsolmuştum. Belki de bu benim lanetimdi. Zey'den sonra her şey tepetaklak olmuştu. Zavallı küçüğümü özlüyordum. Onunla bir yorganın altında sıkıca sarılarak geçirdiğimiz saatleri... Birbirimize anlattığımız aptal öyküleri. Evimizin etrafındaki komşuların garip davranışlarıyla alay edip sessizce kıkırdadığımız anları... Gülüşlerimizi...
Zey'i özlüyordum. Onu özlemek beni her gün daha çok yaralıyordu. Ancak direnemiyordum... Yapamıyordum. Onu ölümüne özlüyordum. Tüm benliğimle, her zerremle, ciğerlerime çektiğim her nefesle küçük kardeşimi özlüyordum.
Odamdaki tavan hala dümdüz ifadesiyle beni seyretmeye devam ediyordu.
''Senden nefret ediyorum,'' diye fısıldadım boş bakışlarımı düz duvardan ayırmazken. ''Beni boğuyorsun.''
Duvar bana yanıt vermedi. Hafifçe tebessüm ettim. Vereceğini düşünmüş müydüm? Dışarıdan bakan biri belki de delirdiğimi düşünebilirdi... Oysa hiç olmadığım kadar aklım başımda hissediyordum. Zihnimde, ruhumda, kalbimde... Her şeyin tepetaklak olduğunu, bir şeylerin kökünden değişmek üzere olduğunu hissediyordum.
Yatağımın kenarındaki çarşafın arasına sıkıştırdığım oku çıkardım. Ardından bir süre uzakta tutup onu seyrettim. Parmaklarımda usul usul çevirdim, onu kırdığım kenarına uzun uzun dokundum. Onu unutmuş değildim. Yalnızca her şeyi tamamlamak için zamanını beklemem gerekiyordu. Bu zamanın giderek azaldığını biliyordum. Yakında büyük bir fırtına kopacaktı ve bundan kimin sağ çıkacağını bilmiyordum.
Belki bile bile ölüme gidiyordum... Aldırmadım. Bildiğim tek bir şey vardı. Son nefesini veren ben bile olsam geri dönmeyektim. Yanacaktım. Kavrulacaktım. İçimdeki alevler bedenimi de paramparça edecekti. Parçalanacaktım. Acı çekecektim. Farkındaydım.
Asla geri dönmeyecektim. Vazgeçemezdim.
''Uyandı mı?''
''Bilmiyorum.''
Leya ve Feyn'in sesini işittim. Kapı ağzında fısıldıyorlardı. Eskisi gibi öylece odama dalmak yerine büyük bir tereddüt yaşıyorlardı. Dünkü olanlardan sonra herkesi korkuttuğumu görebiliyordum.
Yalnızca tek kişi dışında...
Rans'ın mavi gözleri zihnime süzüldüğünde hızla yataktan kalktım. Oku tekrar yastığın altına sıkıştırıp sakladıktan sonra derin bir nefes verdim. Kendime gelmek zorundaydım. Aklım allak bullaktı ancak ihtiyacım olan bir çift güzel göz değildi. Dik kalabilmekti.
''Sıralamayı unutma,'' diye fısıldadım kendi kendime. ''Unutma Era.''
Dün gece iyi bir plan kurmak için uzun bir vakte sahip olmuştum. Unuttuğum her detayı bir kez daha zihnimde kalın bir kalemle çizmiştim. Zey'in katilini bulmak için elimde olan tek şey bu lanet olası oktan başkası değildi. Bunun üzerindeki garip simgeyi çözmeden hiçbir şeye başlayamayacağımı biliyordum. Güvenmediğim kimseye bunun anlamını soramazdım. Ve bildiğim tek şey artık kolayca kimseye güvenemeyeceğimdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
UNUTULMUŞ KUŞLAR GÖĞÜ
FantasyEvera Alfen. Ya da yalnızca Era. Ölümün soğuk nefesini ensemde hissedene dek etraftaki herkes kadar sıradan bir yaşam sürdüğünü zanneden o genç kızdım. Hayatta kalmak için tek kural vardı; ormandaki sınırlara adım atmayacaktım. Her şey öğretil...