2: Acını Unutma

8.1K 952 528
                                    

Ölümün vicdanına dokunabilmek isterdim.

Şayet ölüm bir yerden bizi usulca seyrediyorsa, hayatımda yalnızca bir kez ölüme seslenebilmek isterdim. Acının ıstırabı katlanılamaz bir sızı olup bana sokulduğunda sıcak gözyaşlarım kardeşimin cansız bedenini buğulu bir hale bürüyor, onun masumiyetini benden gizliyordu, göremiyordum. 

Oysa ölüm bizi görüyordu. Baş ucumuzdaydı. 

Varlığından bihaber olduğum bu kalp ağrısı içime ilmek ilmek işlenirken ölümün mahvolmuş halime acıyıp bana merhamet dilemesini istedim. Ölüm Zey'i söküp almıştı. Bu ufak çocuğun kalbini avuç içlerime bıraksın istedim. 

Onu çekip uzaklara götürmesin, benden acımasızca koparmasın istedim. 

Gözlerim ağlamaktan harap olmuş, artık etrafı göremez olduğunda başım hüsranla kollarımdaki ufak bedenin göğsüne yaslandı. Hıçkırıklarım sessiz ormanda yankılanırken orada usul usul ağladım. Zamanda asılı kalmıştım. Uğruna canımı verebileceğim her şeyden geçmeye razıydım, yeter ki kardeşimin bu soğuk toprağın kucağından uyanıp bana parlak gözleriyle bakmasının bir çaresi olduğu duyabilseydim.

''Gitme Zey...'' dedim acı acı titreyen sesimle. ''Gitme ne olursun. Zey yalvarırım...''

Hıçkırıklarım boğazıma düğümlendi. "Yalvarırım," diye fısıldadım. Bedenine sımsıkı sarılmış, buz gibi vücudunu bağrıma basıyordum. "Yalvarırım. Uyan, uyan, uyan."

Nefesim kesildi, kurumuş dudaklarımı yanağına dokundurdum. "Yalvarırım."

Kalbimde büyüyen acı dudaklarımdan dökülmedi, dile gelemedi, can çekişti. Kollarımdaki minik bedene kapandım, küçük çocuğun boynunda boğuk boğuk ağladım. 

''Ben ölürüm, ne olursun sen ölme...''

İçim donuyordu. Parmak uçlarım, buz tutmuş ellerim, kalbim, ruhum... Üzerimize yeniden soğuk rüzgar estiğinde onu daha sıkı sarmak, korumak istedim. Oysa hiç hareket etmiyordu. Artık hiç hissetmiyordu.

Uyanmayacaktı.

''Koruyamadım,'' dedim dudaklarım tir tir titrerken. Feryatlarım karanlığı inletti. ''Koruyamadım seni. Yetemedim değil mi? Yapamadım küçüğüm.''

İçimde bir yanardağ vardı, gözyaşlarım sıçrayan lavlarla tenimi yaka yaka Zey'in saçlarına akıyordu. Bağırdım. Sarıldım. Bir kez daha bağırdım. Daha sıkı sarıldım. Biri duysun istedim. Bir çaresi var mıydı? Feryadımı duyan bir fani ölüme karşı koyabilir miydi? Zey'i diriltir miydi? Canımı versem, onun canını bana geri verebilir miydi?

Ve sonra çaresiz bir kabulleniş her yanımı sardı. Vücudum titredi, acı çekti, soğuğu hissedemeyecek kadar uyuştu. Dudaklarım aralandığında hazin bir sonu fısıldıyordum.

''Gittin...'' dedim pürüzlü sesimle.

Omuzlarım içine kapandı, küçüldüm, küçüldüm. Yok olmak istedim. Bitmek istedim. İçime gömülen acı da belki benimle biterdi, belki kalbim durursa bu sızı son bulurdu... Son bulmadı.

Hava aydınlandı. Başımı onun cansız vücudundan uzaklaştırdım, gözlerimi göğe kaldırdım. Islanmış kirpiklerim, orada asılı kalan birkaç damla soğumuş gözyaşı... 

Güneş. Tenime değen gün ışığı. O hiç üzülmeyecek miydi böyle kara bir sabahı aydınlattığı için? Kollarımdaki ufacık bedenin cansız vücudunu ısıtmaya yetecek miydi gücü? Ölümün merhametsizliğiyle yüz yüze geldiğinde güneş hiç utanmayacak mıydı doğduğuna? Zey'in parlak gözleri hiçbir güne açılmayacaktı artık. Güneş batmak istemeyecek miydi hüzünle?

UNUTULMUŞ KUŞLAR GÖĞÜHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin