gülmüştüm. dediği şeye sadece gülmüştüm. içimden geldiği gibi. alay ederek, eğlenerek, korkarak, endişe ederek gülmüştüm. tüm duygularımı bir gülüşün ardına saklamıştım. sonra ciddileştirip yüzümü "neden? neden yazık olacak?" dediğimde geçiştirmişti beni.her işe burnumu soktuğumu, sorumsuz olduğumu söylemiş ve çekmişti bakışlarını üzerimden. bense odama çıkmış, düşünmüş, aynı kararları tekrar tekrar alıp dalmıştım uykuya.
uyandığımdaysa öğleni çoktan geçmişti. gün doğmuş, güneş tepeye çıkmış, hatta neredeyse inmeye başlamıştı. saat üçe dayanıyordu. fazla uyumanın üzerimde bıraktığı keskin bir baş ağrısı vardı.
istemsiz çattığım kaşlarımla yataktan kalktım. sonuna kadar çekilmiş perdeleri aralayıp pencereyi açtım. banyoya yönelip elimi yüzümü yıkayıp saçımı taradım ve acıkan karnımı doyurmak için aşağıya indim.
evde kimseyi göremezken içimde başgösteren o duygudan kaçındım. yokmuş gibi devam ettim ve dolabı açıp önüme geleni kenardaki masaya bıraktım. bir ekmek parçasının arasına zevkime göre bir şeyler doldurup çıkardığım şeyleri tekrar yerine koydum ve oturdum.
ekmekten bir parça ısırıp dizlerimi kendimle masanın arasında sıkıştırdığımda tam şu an anneme nerede olduğunu soracak bir telefonum dahi olmadığını fark ettim.
ekmeğimi yedim. bir süre orada öylece oturdum. düşündüm. buraya geldiğim bir haftadır olan şeyleri film şeridi gibi geçirdim zihnimden.
fazlaca sosyalleşen ve sürekli bir yerlere giden annem için sevindim. rusyada evden dışarı çıkmazdı. gün içerisinde onu görebileceğimiz sadece bir kaç saat vardı. onu dışında kendini odasına kapatır bir şekilde üvey babamın iş yükünü hafifletmeye çalışırdı. ama burada bunu dert etmek zorunda değildi. istediğini yapabilirdi.
kendim içinse biraz üzüldüm. burada fazlalık mıydım? aralarındaki yerim neydi? yabancının teki birden aralarına girmişti. nefret etmeleri gereken bana sadece bilgisizliklerinden dolayı iyi davranıyorlardı. kim olduğumu öğrendikleri anda her yanımdan saldırıya uğrayacak bir durumdaydım.
rusyadaki özgür hayatımı özledim. orada sırtımı yaslayabileceğim bir adam vardı. üvey babam vardı. üç tane arkadaşım vardı. tam üç tanelerdi ama dünyaya bedellerdi.
biriyle aramı bozmuş ve tamamen gururumdan dolayı hayatımdan çıkarmış gibi davranırken daha barışamadan sürüklenmiştim buraya. en çok da onu özlemiştim. tavsiyelerini dinlememiş olmanın verdiği pişmanlık bir an bile bırakmamıştı peşimi.
burada böyle yaşamaya alışmalıydım, kimsenin düzenini bozmadan, kimseye ayak bağı olmadan. sorun çıkarmadan. yapmam gerekenler bunlardı. bu işin nereye kadar süreceğini bile bilmiyorduk. sıkıp dişini beklemeliydim, babamın bu işi halletmesine güvenmeliydim.
kim jongin'den uzak durmalıydım. benden uzak durmasını sağlamalıydım. tek yapmam gereken buydu.
düşündükçe saat saatı devirirken kapıdan gelen anahtar sesini duydum. gözlerimi saate çevirdiğimde ortalama iki saattir burada öylece oturup düşünüyor olduğumu fark ettim. güneş batmaya başlamış hava gün içine göre biraz daha serinlemişti.
chaeyoung'un sesini duyduğumda ayaklandım ve salona yanlarına geçtim. lisa ve jisoo'ya kısaca bir selam verip tekli koltuklardan birine oturdum.
jisoo yanına bıraktığı çantasını kucağına alıp içinden bir kutu çıkardığında masaya bıraktı ve "dün telefonun kırılmış. benim yüzümden olduğu için yeni bir tane almak istedim. hepimizin numarası kayıtlı, herhangi bir şey istersen çekinmeden arayabilirsin."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
moonlight || jenkai
Fanfiction"o günle birlikte on dört. tam olarak on dört kişiyi öldürdüm, jongin. sadece sen ölme diye."