Tanrı'nın oynadığı bu oyunda kurtulmak için silahın namlusunu kendime çevirmeliyim.
Kötü bir gündü. Hava olabildiğince kapalı, yağmur sinyalleri tüm gök kubbeyi kaplamışken, evimden uzakta ne yaptığımı sorguluyordum.
Neden dışarıda öylece dolanıyordum? Bir amacım var mıydı? Gidebileceğim bir yer? Ama hiçbir şey bir karadelik gibi her şeyi yutan zihnimde yoktu.
O zamana tekrar döndüğümde içinde bulunduğum o belirsizliğin beni ne derece yıprattığının sızısını hissediyordum. Annemin sözleri bir plak gibi terar tekrar çınlıyordu. Bir kilisenin çalan çanı gibi cızırtılar halinde yayılıyordu. Kulaklarımı kapatsam dahi zihnimin duvarlarına bir kan gibi sıçramıştı.
"Seni isteyerek dünyaya getirmedim!" demişti. "Hamile kalmasam baban benimle asla evlenmeyi kabul etmezdi." Evet, tam olarak böyle söylemişti. Sefil ailesinin boyunduruğundan kurtulmak için zengin bir ailenin tek oğlu olan babamla yaşadığı kaçamaktan bana hamile kalarak, sonsuz bir zenginliğe sahip olmuştu. Bunu her seferinde yüzüme vurmaktan sakınmazdı.
Onun istediği bir olmak istemiyordum. Beni manipüle ederek, bir kil parçası gibi istediği şekle sokmasına göz yummak istemiyordum. Ona ne kadar baş kaldırsam sanki o kadar kendime ulaşabilirmişim gibi hissediyordum ama şu an olduğum kişi ile her aynanın karşısına geçtiğimde gördüğüm kişi de ben değildim. Öyleyse ben kimdim? Nerede kendimi bulabilirdim? Bana yardım edebilecek birileri var mıydı bu hayatta?
En son kendimi bundan birkaç ay önce tanıştığım o çocukların arasında buldum. Beş parasız bir hayat sürmelerine rağmen, bundan hiç gocunuyormuş gibi durmuyorlardı. Şu an cebimde duran kredi kartının limiti bile onların asla telaffuz edemeyeceği bir tutardı ama benim onlardan daha mutlu biri olmam gerekirdi. Bayan Yongsun bulunduğum ana her zaman şükretmemi söylerdi. Benden daha kötü halde olsa bile hâlâ var olduğu için Tanrı'ya şükredenler vardı.
İnşaatı henüz tamamlanmamış ve bu gidişle daha da tamamlanmayacakmış gibi görünen bir binaydı. Duvarlarının yarısı yapılmıştı ve o bile şu an dışarıdaki soğukla tek başına mücadele edebiliyordu.
İçerisi karanlık sayılırdı. Beton merdivenlerden üst kata çıktığımda kulağıma çalınan sesler ve yüzüme doğru yayılan sıcaklık ile onların bu geceyi burada geçireceğini anlamıştım. Doğru düzgün gidecekleri bir evleri olmadığı için çoğunlukla burada vakit geçirirlerdi ama yine de mutlulardı.
"Hey, Yoora?" dedi Yuta beni görünce. Bir tenekenin içine yaktıkları ateş başında ısınmaya çalışıyordu.
"Selam." dedim onu görünce yüzüme bir gülümseme ekleyerek. İşte buna engel olamamıştım. Beni olduğum gibi kabul ettiklerini söylediğim kişilerle bile bir maske sayesinde konuşuyordum. Üzgün olduğumu göstersem en fazla ne olabilirdi ki? Sevgili ailemden bana kalacak bir servet var ama ben yine de bu lanet olası hayatımdan memnun değilim.
Neden üzgün olduğumu sorsalar ne diyebilirdim ki hem? Annem beni babamın servetine konmak için doğurdu. Mankenlik kariyeri belki de zirvedeyken beni doğurarak formunu bozdu ve bu yüzden hayatımı zehir etmek istiyor.
"Selam." dedi Johnny elinde bir bira şişesiyle eski, yayları gevşemiş bir koltuğun üstünde oturuyordu. Diğer bir tarafta Taeyong vardı ama gözlerim başka birini arıyordu. YoonOh. Neredeydi? Daha gelmemiş miydi ya da gelmeyecek miydi?
Taeyong bunu fark etmiş gibi bıyık altından güldü. "YoonOh yok bu akşam." dedi. "Tabii asıl ilgini çeken şey burada olmadığına göre gitmek isteyebilirsin, saygı duyarım."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Heaven in the Darkness
FanfictionKim Yoora hayatını belli planlar doğrultusunda yaşardı. Ansızın karşısına Jaehyun çıktığında o planları kendine göre şekillendirdi ama gidişi ardında bir yıkıntıdan daha fazlasını bırakmadı. ... "Onu ilk gördüğüm an, anlamıştım onda farklı şeylerin...