On beşinci yaş günümdü. Bayan Yongsun dışında kimse kutlayacakmış gibi durmuyordu.
Mutfaktaydık. Bayan Yongsun benim için ufak bir pasta yapmıştı. Üstüne diktiği on beş tane mumla beraber önüme iteledi. Yüzünde içten bir gülümsemeyle şöyle dedi: "Hadi üfle. Dilek tutmayı unutma ama."
Pek istekli olmasam dahi onu kırmak istemediğim için gözlerimi kapattım ve bir dilek tuttum. Gözlerimi açarak mumlara doğru üfledim. Arkalarından ufak bir sis bırakarak sönen mumlarla Bayan Yongsun ellerini çırptı. "İyi ki doğdun!" Bana sarıldı. Pastayı ikimiz için servis ederken, "Ne diledin?" diye sordu. Büyük bir pasta dilimi olan tabağı önüme doğru iteledi.
"Sana söylersem kabul olmaz." diye konuştum oyuncu bir tavırla. Bu tür şeylere inanmazdım ama yine de adet yerini bulsun diye yapmakta sakınca yoktur, diye düşündüm. Bayan Yongsun üstelemedi.
Onunla her yaşımda geçirdiğimiz bu doğum günü partisi böylelikle bitmişti. Hafta sonuydu ama iki saat sonra okulda bir ek dersim vardı. Üst kattaki odama giderek çantamı aldım. Tüm kitaplarımı okul dolabımda bıraktığım için yanıma cüzdanım, kalemliğim ve telefonum gibi ufak tefek eşyalar aldım.
Çantamı sırtıma taktım. Üstümde bol bir sweat ve salaş siyah bir pantolon vardı. Ayaklarımdaki siyah, düz taban ayakkabılar ve kulaklarımın altına kadar gelen siyah saçlarım ile hazırdım. Odamdan çıkarak merdivenlere yöneldim. Ben son basamağa geldiğimde dış kapıda açılmıştı. Mutfaktan gelen tıkırtılar Bayan Yongsun'un mutfaktaki işini hâlâ bitirmediğini gösteriyordu.
Gelen annemdi. Bugün bir iş toplantı vardı ve sabahın erken saatlerinde evden çıkmıştı. Çantasını kapı girişindeki bölmeye yerleştirirken beni daha fark etmediğini anladım. Halinden yorgun olduğu anlaşılıyordu.
Son basamağı da inerken, "Erken gelmişsin." diye konuştum. Ona normalde böyle bir şey demezdim. Erken gelmesi ya da geç gelmesi pek umurumda değildi. Evde olduğum zamanlar boyunca odamda vakit geçirirdim. Vaktimin çoğunluğunu harcayabileceğim sevdiğim bir arkadaş çevrem ya da herhangi bir aktiviteye sahip değildim. Ama yine de konuşma gereği duymuştum. Neticede bugün doğum günümdü ve bir insan her gün on beş yaşına girmiyordu.
Etrafına bakındım görünüşe göre biricik kızına almış olabileceği bir hediyesi yoktu. Yüzündeki bu sıradan, bıkkın ifadeye bakılırsa bugünün ne anlam ifade ettiğini unutmuştu.
"Nereye gidiyorsun?" diye sordu.
İşte buydu. Günün en önemli sorusu. Bir tarafım hayal kırıklığı ile başını eğerken, diğer tarafım bu beklenti dolu aptal tarafıma alkış tuttu.
En azından okulumda ne halt yediğimi bilebilirdi ama işi daha önemliydi. "Okula. Bugün ek dersim var. Söylemiştim dün." Yanından geçmek için hareketlendiğimde, "Geç kalmam." diye söylenmiştim.
Tam yanından geçip gidecekken kolumdan tutarak beni durdurdu. Kafamı çevirerek sorgu dolu gözlerimi yüzüne dikti. Onun bakışlarının odağı tamamen üstümdü.
Yine başlıyoruz, diye geçirdim içimden.
"Sen bu kılıkla mı gidiyorsun okula?" diye konuştu kızgın bir tonlamayla. Bayan Yongsun annemin sesini duymuş olmalı ki, mutfak kapısının girişinde belirdi ama anne-kız arasına girmemenin daha doğru olduğuna karar vermiş olmalı ki, sesini çıkarmadan orada bekledi.
Geriye çekilerek ona baktım. "Evet, her zaman olduğu gibi."
Yüzünü ekşitti. "Bir oğlan çocuğundan farsız duruyorsun. Seni dışarı gören biri benim kızım olduğuna inanamaz." Kaşları çatılmıştı. "Sana kaç defa dedim şu giyim kuşamına dikkat et diye. Beni utandırıyorsun!"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Heaven in the Darkness
أدب الهواةKim Yoora hayatını belli planlar doğrultusunda yaşardı. Ansızın karşısına Jaehyun çıktığında o planları kendine göre şekillendirdi ama gidişi ardında bir yıkıntıdan daha fazlasını bırakmadı. ... "Onu ilk gördüğüm an, anlamıştım onda farklı şeylerin...